6 Nisan 2024 Cumartesi

BUGÜNLERDE...

     Selam! Laptopumu değiştirdim ve yeni sisteme alışmakta biraz zorlanıyorum. Geçtiğimiz hafta birçok blog arkadaşımın yazısını okudum ve yorum yazmak istedim ancak kendi blogger hesabımla yapamadım bir türlü. 
Daha doğrusu hepsinde "Anonim" göründüğüm için yazdıklarımı sildim. Son yazıma gelen yorumlara cevap yazarken de yine ben, ben olmadığım için eski laptopumdan girip hallettim bu durumu:) Tabii geçici olarak. Yorumlarda niye böyle oluyor anlayamıyorum. Gerçi bu yazıyı da yazıyorum fakat yayınlanacak mı emin değilim:) 
Tokyo yazısını eski laptoptan göndermiştim. Böyle karışık durumlar. Bakalım düzeltebilecek miyim? 
    Bir süredir buradan uzaktım yine. Sevmiyorum uzaklaşmayı ama elim yazı yazmaya varmadı bir türlü. 
Çok kişide gözlemlediğim bir iç sıkıntısından muzdaribim. Belki yaş almayla ilgilidir diyeceğim ama gençlerde de ayrı bir keyifsizlik olduğunu düşünüyorum. Bu konularda çok fikrim var çünkü gece gündüz kafa patlatmacasına düşünüyorum, inanılmaz bir sorgulama halindeyim ama şu an hiç bunları deşecek durumum yok dostlar! Zaten kimsenin duymaya da mecali yok. Boş yere kafa açmayalım:) Neyse ki son yerel seçimler birçoğumuzun yüzünü güldürdü. Resmen moralim yükseldi. Müreffeh bir ülke olma yolunda daha yapacak çok iş var ama umudumuz da var. "Umut" demişken, bunca zamandır benim gibi umudunu koruyanlara ve bunu ısrarla belirttiğinde karamsar tavırlarla karşılaşanlara, inançsız sözlerle susturulmaya çalışanlara, bir nevi iyimserlikle suçlananlara, sabrından dolayı kaç puan verilmeli dersiniz? :) Tamam, coşmak yok, daha yapılacak çok iş var. 

    Bu sıralar düşünmekten başka neler yaptım? Bol bol okudum, bol bol izledim. Ama yazmadım. Epeyi sinemaya gittim. Hâttâ zamanında kaçırdığım "Bir Düşüşün Anatomisi" gibi filmleri Oscar ödül töreninden sonra izledim ve az sayıda sinemada gösterildiği için muhitimden uzaklara doğru epeyi bir yol katettim. Muhitim derken aklıma geldi, kardeşimle birlikte Ayşegül Aldinç konserine gittik. Daha doğrusu o buralara geldi:) Konser Beylikdüzü Atatürk Kültür Merkezi'ndeydi. Çok da hoş bir konserdi. Erkek hayranların "Çok güzelsiniz!" nidaları eşliğinde geçti:) İlk defa böyle bir şeye tanık oldum. Herkeste aynı değil ama hatırı sayılır çiftin konser, sinema, tiyatro vs. sanat işlerine kadınlar bakar. Gidilecek yerleri belirlerken erkeğin yüzde yüz istediği bir etkinlik değilse onların kıpırdamadan, hafifçe yaylanmış şekilde, suratsızca koltuklarında oturduğunu görürsün. Ara ara telefonlarını açarlar bakarlar falan. Yani illâ rastlamışsınızdır, bir tek ben dikkat ediyor olamam:) Neyse... Ayşegül Aldinç konserinde erkekler pek hareketlilerdi. Kibar kibar lâf atmalar, dans etmeler, pür dikkat bir izleme... İsteyince oluyormuş kısacası:) Kadınlar onlar gibi davranmadılar ama. Kadınlar da son derece keyiflilerdi. Canım kadınlar:) Ayşegül Aldinç'i ilk kez sahnede izledim. Tabii ki çok hoş bir kadın. Ayrıca sesini ve enerjisini yerinde kullanmasına, canlı konser performansına bayıldım. Şöyle kabare tarzı bir yerde dinlemek istiyorum. Salgından önce programlarını takip ediyordum, salgınla birlikte birçok şey yalan oldu malûm. Kısmet farklı zamanda, farklı bir mekânda saklıymış.
Görsel: Aynı günden, Aldinç'in sosyal medya hesabından.

    Sene başından bu yana birkaç sergiye gittim ama o sinir bozucu atalet hali yüzünden yazamadım, bahsedemedim. Bu gezilerin ikisinde yanımda sevgili blog arkadaşım Ekmekçi Kız vardı. İlkinde yolumuz Arter İstanbul'a düştü. Ömer Koç koleksiyonundan eserlerin yer aldığı "Farzet ki Sen Yoksun", muhteşem bir sergi. Yıl sonuna kadar gezilebilir olacak. Aklında olanlar muhakkak yolunu düşürmeli derim. 

    Arter'e gittiğimiz gün, Ekmekçi Kız'la yüz yüze ilk tanıştığımız gündü. Yine bir blog arkadaşımla bu sayfaların dışında tanıştığım, görüştüğüm için çok mutlu oldum. Öyle ki hemen bir ay sonra tekrar buluştuk. Güzel bir sistem geliştirmiş olabiliriz:) Şöyle ki yazışıyoruz, "şu saatte şurada" diyoruz ve tam o saatlerde orada oluyoruz. Bazen beraber, bazen ilgimizin bizi çektiği yöne doğru, bir süre ayrılarak sergiyi geziyoruz. Ardından mekânın kafesine oturup sohbet ediyoruz. Önce yiyeceklerimizi seçiyoruz tabii. Maşallah iştahlar da yerinde:) Şu olur mu? Olur. 
Bu olur mu? Olur. Ardından kahve faslı geliyor. Tatlı yiyip yememek konusunda -çoklukla benim kilo alma kaygım nedeniyle- bir süre istişare edip, "o zaman bir tane alalım, yarım yemiş oluruz" kararına varıyoruz:) Sohbeti tatlı tatlı sonlandırıyoruz. Sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi hissediyorum. Birçok blog dostumda hissettiğim gibi. Ayrıca net insanları seviyorum. Gereksiz hareketleri, kaprisleri, boş konuşmaları çekemediğin yaşa gelmek diye bir şey var. Zaman kıymetli. Biz de sanırım o sularda olduğumuz için, e biraz da kafa yapısı uyduğundan iyi anlaşıyoruz:) 
    Az önce bahsettiğim sergilerden biri de Artİstanbul Feshane'deki "Dinamik Göz: Optik ve Kinetik Sanatın Ötesinde" isimli sergiydi. Bu da çok iyi bir sergi. Londra'nın ünlü modern sanat müzesi Tate Modern'in küratörü Valentina Ravaglia düzenlemiş. 21 ülkeden 57 sanatçının eserini görmek mümkün. 

    Kinetik sanat, bugünkü digital sanatın kaynağı diyebiliriz. Digital teknoloji çağının öncesinde manuel tekniklerle hareket yaratan her sanatçı, yapay zeka tartışmalarının ve denemelerinin eşliğindeki digital üretimin revaçta olduğu günümüz sanatının öncüsüydü. Bu anlamda ufuk açıcı, keyifli bir sergi olan "Dinamik Göz", 19 Mayıs tarihine kadar meraklılarını bekliyor olacak. 

 

    Artİstanbul Feshane'de bir de Emin Barın'ın eserlerinden oluşan "Ne Senden Rükû Ne Benden Kıyam" adlı bir sergi daha var. Emin Barın, hepimizin bildiği gibi çok önemli bir hattat ve cilt sanatçısı. Aynı zamanda bir grafik tasarımcı. İmparatorluk'tan Cumhuriyet'e geçiş sürecinde gelenekselle moderni sanatında başarıyla uygulamış muazzam bir insan. Çalışmalarına bakıp etkilenmemek mümkün değil. Emin Barın sergisini, Tate Modern işbirliğiyle gerçekleştirilen diğer sergiyle bir arada düşünmek gerekir. Tasarım anlamında bir dönemden bir döneme geçişi, yeniyi arama tutkusunu kendi alanlarında hayal edip üretenlerin benzerliğini hatırlatan iki başarılı sergi. Emin Barın'ın eserleri de 29 Nisan'a kadar görülebilir. Bence, az önce bahsettiğim nedenle, ziyaret süreleri aynı olabilirdi. 

    

    Feshane'nin restorasyonu, İBB Kültür ve İBB Miras'ın en güzel işlerinden biri. II.Mahmud zamanında, 1833 yılında, Osmanlı ordusu askerlerine üniforma temini için kurulan Feshane, 1839 yılında Haliç kıyısına taşındı. 
Yani bugünkü binaya. 2023 yılında biten restorasyondan sonra İstanbul'un en önemli kültür sanat merkezlerinden biri haline geldi. Şahane bir kütüphanesi, şık bir kafeteryası, etkinlik alanları mevcut. İBB'nin kültür ve sanat merkezi haline getirdiği diğer tarihi mekânlarda olduğu gibi. Tüm bu mekânları tanımak için İBB Kültür, İBB Miras sosyal medya hesaplarını incelemek yeterli. Gezmek görmek ise ayrı keyif. Henüz hepsini tamamlamadım fakat her birini ziyaret edeceğim. Etkinlikler de devamlı değiştiği için kimine tekrar tekrar gitmek mümkün olacak. 

  


  
    Ekrem İmamoğlu'na tekrar İstanbul belediye başkanlığını kazandıran etmenlerden birinin kültür sanat alanındaki faaliyetler olduğunu düşünüyorum. Otel ya da alışveriş merkezi yapılmayan tarihi binalar, 24 saat açık şahane kütüphaneler, halk konserleri, çocuklara yönelik festivaller, atölyeler, bu şehirde yaşayanların ihtiyaçlarından birini giderdi ve bu durum belli ki aynı istikrarla devam ediyor. Geçtiğimiz yaz, bize yakın sayılan Yakuplu'da açılan Kitap Kafe'ye gittim. İmamoğlu'nun kurduğu Batı İstanbul Vakfı'nın açtığı bir yer. Kafe dediğime bakmayın. Yiyip içmek şart değil, herkesin girip sadece kitap okuyabileceği, çalışabileceği bir yer. Hemen yanında şehir tiyatrolarına ait bir de salon açıldı. Açılışlar yapılırken bir hafta boyunca çocuk festivali vardı. Çocukların ne kadar eğlendiğini gördüm. Arada Kitap Kafe'ye de uğrayıp kitapları inceliyorlardı. Sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı halkın yoğun olduğu bir yerde, çocukların sanatla, kitapla eğlenerek tanışması için özellikle uğraşıldığı belliydi ki o gün konuştuğum bir yetkili de fikrimi doğruladı. Bu sadece benim gördüğüm. İstanbul'un birçok yerinde anneler çocuklarını gönül rahatlığıyla kütüphanelere çalışmaya gönderiyorlar. Çayları, kahveleri belediyeden. Daha küçük yaştaki çocuklarını da etkinlikten etkinliğe gezdiriyorlar. Farklı bir kafada değilse her anne çocuğunun iyi şartlarda yaşamasını ister, iyi şeyler görsün ister, gündemden geri kalmasın ister. Annelerin gönlünü kazanmak önemli. 
Ve sanat, ruhumuzu besleyen, mutlu eden, geliştiren, öğreten en önemli kaynaklardan biri. Herkesin mutlu hissetmeye hakkı var. Mutlu olursak iyi düşünürüz, iyi düşünürsek makûl hareket ederiz. Bence İmamoğlu ve ekibi, ihmâl edilmiş bu açığımızı çok iyi kapatan işlere imza attılar, atıyorlar. 
    Güya kısa bir selam yazısı yazacaktım, yine aktı gitti. "Buraya kadar okuyan varsa..." derler ya? :) 
Boş bıraktığım kısmı şöyle tamamlayayım o zaman. Malum, birkaç gün sonra bayram. Buraya kadar okuyan herkesin bayramı kutlu olsun:) Şöyle keyifli bir bayram yaşayalım. Vallahi hak ettik dostlar!
    
    

29 Mart 2024 Cuma

TOKYO'DA TURİSTLER MUTLUDUR *

     Tokyo seyahatinin üzerinden birkaç ay geçti. Sıcağı sıcağına yazamadım fakat hâlâ tadı damağımda olduğuna göre aynı şevkle anlatılır. Tek sorun, sakura mevsiminde olduğumuz şu sıra yazıda sakuranın hiç geçmiyor olması:) Teknik detaylara fazla girmeyeceğim, yine kendimce anlatacağım haberiniz olsun. Bol gözlem, az teknik bilgi. Artık her şey internette var. Bence havaalanından şehir merkezine gitmek için ne yapılması gerektiği gibi konular seyahat yazıları içindeki pratikliğini kaybetti. Biz ilk kez gittiğimiz bir ülkede uçaktan inip pasaporttan geçince hemen bir turist danışmaya gidip ne yapacağımızı soruyoruz. Sonra bir iletişim bayiinden internet paketi satın alıyoruz. Seyahat boyunca interneti açıp gideceğin yeri yazınca ya da iyi bir restoran vs. arayınca çok fazla soru sormana gerek kalmıyor zaten. Gerisi kendini akışa bırakmak; gezmek, görmek, öğrenmek. 
   

  Yormayan, gülümseten, onca renkliliğine karşın kafa karıştırmayan, ziyaretçisini dingin hislerle uğurlayan bir şehir Tokyo. Orada yaşayanlar için durum daha farklı olabilir. Zira çoğumuzun bildiği gibi Japonya'da yaşayıp sosyal medyada epeyi faal olan Türkler var. Kusuruma bakmasınlar fakat bendeki izlenimleri, yurtdışında yaşayıp en çok şikâyet eden grup olmaları. Bilemem. Kendilerince haklıdırlar. Japonya onları yoruyor olabilir. Ben birkaç gün kalan bir turistim neticede. Deneyimlerim farklı olacaktır. Fakat keşke "Japonya'da toplu taşımada kimse yabancıların yanına oturmaz" dendiğini duymasaydım da tedirgin olmasaydım. Otobüse de trene de bindik, metroyu da kullandık, kimse yanımıza oturmamazlık etmedi. Bende nasıl yer ettiyse, bankta dinlenirken "Bakalım yanımıza oturacaklar mı?" diye özellikle dikkat ettim. Yabancılığımız yine sorun yaratmadı. "Metroda çıt çıkmaz, sen herkesin duyacağı şekilde sohbet edersen ters ters bakarlar, ayıplarlar" dendiğini de duymuştum. Metroya binerken bizimkileri uyardım hâttâ. Bir baktım ki normal şekilde konuşan konuşuyor, kimse de cık cıklamıyor. 

    Lafı uzattım, gelelim bizim beş günlük Tokyo maceramıza. Uçaktan iner inmez seni duvarlarda, bilboardlarda yer alan çizgi karakterlerin karşılaması gibi bir durum var ki bu daha ilk dakikada ne kadar farklı bir ülkede olduğunu göstermesi açısından ilginç. İster istemez bir gülümseme yayılıyor yüzüne ve birbirini "Oradakine bak! Şuradakine bak!" diye uyararak yürümek epeyi bir vaktini alıyor. Kimi böyle çocuksu tasarımları sevmez muhakkak. Ben severim. O yüzden Tokyo'nun renkli atmosferinde epeyi bir mutlu olduğumu söyleyebilirim. Ulaşım kartı şu şekilde olan bir ülkeden bahsediyoruz. 

    Japonya'daki manga ve anime kültürünün bu kadar yaygın olması diğer insanlarda merak uyandıran bir konu. Ülkenin sanat tarihinde yüzyıllar önce yer edinmiş olan çizim kültürü, yıllar içinde zamanın ruhuna göre şekillense de gelenekselliğini korumuş. Zamanın ruhuna göre şekillenme halinde II.Dünya Savaşı'nın büyük rolü var. Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan bombalar, teknolojinin insan bedeni üzerinde yaratabileceği değişimler açısından tabiidir ki en çok Japon halkını etkiledi. Yaptığım okumalar sonucunda kafamda şekillenene göre, teknoloji devi olmalarında ve çizgi kültürünü hayatın her alanına yaymalarında hem teknolojiyi yönlendirme çabası, hem acı gerçeklikten bir kaçış var. Doğal afetlere maruz kalmalarının yarattığı korkudan kaçış da söz konusu. Kimi zaman tüm endişelerini olanca ürkütücü haliyle mangalarda resmetmeleri; kimi zaman şirin ve mutlu, bu dünyadan olmayan  karakterler üretmeleri hep bu yüzden. Günümüzde durumun ticari bir sektör haline gelmesi, manga ve anime seven turistleri ülkeye çekmesi de işin bir başka yönü. II.Dünya Savaşı'ndan sonra askeri alana yatırımı kısıtlayan bir ülkenin, başlarına gelen olumsuzluklar nedeniyle sızlanmayıp, maddi-manevi enerjisini teknolojik ve endüstriyel gelişmeye yönlendirip bambaşka bir yükseliş yaşaması takdire şayan. Büyük saygı duyuyorum. 
Ha bu kaçışlar intihar konusuna yansıyor mudur? Bilemem. O da ayrı bir değerlendirme alanı. 

   Hâlâ havaalanından çıkamadım farkında mısınız? Fakat şöyle bir havaalanından çabucak çıkmak mümkün mü? :) 

   



    Tokyo'da konakladığımız hostel, Ueno bölgesindeydi. Hostel dediğime bakmayın. Otel ayarında, tertemiz bir hostel. Bize özel bir odada konaklama seçeneğimiz olduğu için seçtik. Üstelik Ueno bölgesi de oldukça merkezi. Bir kere şehrin önemli müzelerinden birkaçı orada, içinde geleneksel tapınakların bulunduğu kocaman Ueno Park orada, yemek ve alışveriş imkânı çok fazla. Ayrıca Shinjuku, Shibuya, Asakusa, Harajuku, Ginza gibi hareketli ve turistik bölgelere -toplu taşıma kullanmak zorunda olsan da- yakın mesafede. 

    Konaklama konusunda hangi mekân seçilirse seçilsin, Tokyo'da sorun yaşanacağını zannetmiyorum. Kısa süreli ve sadece Tokyo'yla sınırlı seyahatime dayanarak yorumladığımı tekrar belirtmek isterim ancak genelde de böyle olduğunu düşünüyorum ki Japonlar cidden temiz ve düzenli. Bu konuda oto-kontrolleri yüksek. Sokakta çöp kutusu yok ama yerlerde en ufak bir çöp de yok. "Yemekten önce temizle bakalım" der gibi, bir restorana, kafeye gittiğinde hemen koca koca ıslak havluları, mendilleri getiriyorlar. Hostelde resepsiyonda diş fırçaları görünür yerde bol bol istiflenmiş. Teknolojiyi kullanma dereceleriyle de ilgili olarak duşlarında, tuvaletlerinde bir çok kullanım seçeneği var. Tuvalet konusuna değinmek istemezdim ama Japonya söz konusu olunca bundan kaçış olmuyor sanırım. Evet, hep konuşulduğu gibi ısıtılan klozetler var. Ve otel olsun, avm olsun, her yerde böyle. Sıcak, soğuk, farklı yönlerde musluk seçenekleri derken klozet başında bir süre inceleme yapmak, turistler için oldukça doğal:) Kalabalık sokaklarda ara ara "Sigara izmaritlerini yere atmıyorsunuz değil mi?" gibi anonslar yapılıyor. Bu kimine fazla kuralcı hâttâ distopik görünebilir. Bence sıkıntı yok. Manipülasyonlarını seveyim, turistleri de tatlı tatlı kendilerine uyduruyorlar.

    Ben bu geziye çıkmadan önce fazla araştırma yapmadım. Özellikle küresel salgından sonra değişen psikolojimin etkisiyle olsa gerek, artık ilk kez göreceğim bir yere gitmeden çok az araştırıyorum ve gerisini akışa bırakıyorum. Bir de "Onu yap, bunu yap!" direktiflerinden sıkıldım galiba. Zaten hiçbir zaman düzenin tam içinde olmamıştım ve kendi hislerime, kendi bilgime güvenirim ancak şimdi daha doğal bir moddayım. Yaşarız, görürüz. Bunu neye bağlayacağım? Şehirdeki ilk akşamımızın bir oyun salonunda tüketilen saatlerini, akşam yemeği için rastgele girilen sokak lokantasını bir kenara ayırıp ertesi günümüze atlıyorum. O gün, internette kısa bir araştırma yaptım ve bizimkilere "Yakınlarda Tokyo'nun en eski Budist tapınağı Sensoji varmış. Önce onu görelim." dedim. Küçük bir tapınak olduğunu ve fazla vaktimizi almayacağını düşünmüştüm. İşin aslı öyle değilmiş. İnanın gezerken öğrenmek; seyahatten döndüğünde araştırmak ve gözlemlerinle birleştirmek çok daha iyi oluyor. 

    O gün Sensoji ve civarında epeyi bir vakit geçirdik. Önce Thunder Gate'e ulaştık. Ortam kalabalıktı. Bu kapı Tokyo'nun simgelerinden biri. "Kaminarimon", yani "Yıldırım Kapısı" anlamına geliyor. Rüzgâr ve gök gürültüsü tanrılarına adanmış. İlk inşası 10.yy'da yapılmış. Son halini 1960 yılında almış. Kapının ortasındaki fener 700 kg. ağırlığındaymış.

    Kapının önünden tapınağa giden yolun (Nakamise) üzeri sağlı sollu alışveriş stantlarıyla dolu. Bunlarda anlamca geleneksel, üretim açısından turistik kalitede ürünler satılıyor. Hepsi birbirinden renkli ve bize ilginç gelen hediyelik eşyalar bunlar. Arada yeme-içme bölümlerine de rastlanıyor. Adım adım asıl tapınak binasına gidilen yolda dükkânlar bitince, tapınağın ve civarının eski eserlerde yer alan hikâyelerinin görselliği başlıyor. 

    

    Tarihi tapınağın ziyaretçileri sadece yabancı turistler değil. Geleneksel kimonolarıyla ailecek fotoğraf çektirmeye gelen Japonlar da oldukça fazla. Ortamda otantik bir hava estiriyorlar.

    Sensoji Tapınağı'nın tarihi 7.yy'ın ilk yarısına uzanıyor ancak II.Dünya Savaşı'nda Tokyo'nun bombalanması sırasında ağır hasar aldığı için son hâli bu tarihten sonra oluşmuş. Dünyadaki pek çok anıtın başına geldiği gibi... Savaş her açıdan korkunç. 

   

    Burası bir Budist tapınağı. Lisans eğitimim sırasında ucundan kıyısından da olsa Hint ve Çin sanatlarını öğrenirken Budizm hakkında bilgi sahibi olmuştum ama bugün bir çoğu aklımda değil. Ancak hepimizin tahmin edeceği üzere bu dinin de diğerleri gibi birçok ritüeli var. Eğlenceli bulduğumuz birine fazla kapılmış olabiliriz:) Şöyle ki küçük büyük fark etmez, tapınak bahçelerinde "O-mikuji" denen fallar var. İlk kez Sensoji'de karşılaştık. Orada bir denedik, daha sonra nerede karşımıza çıksa kayıtsız kalamadık. 


    Küçük bir miktar para karşılığında bu fallardan alıyorsun ve gelecek hakkındaki öngörüyü okuyorsun. Kötü bir şey çıkmışsa oradaki tellere bağlıyorsun. 

    Ulusal müzeyi gezerken bile bu gelecek okuma ritüelleriyle karşılaştık. Geçmişi epeyi eski yani. Aslında türlü çeşidi var. Her gezdiğimiz yerde "Dur şu kemikleri fırlatayım, dur şu yastığı seçeyim" derken, ufak ufak biriken belli bir miktarı kaptırmış olduk. "Peki öngörüler nasıldı?" derseniz, fifti fifti diyebilirim:) 
Olumlu, olumsuz, bir aldı bir verdi derken  güzel bir düzenleme var özünde. Hayat gibi.

    Normalde fala para harcamak gibi bir huyum yok. Ama Tokyo, bir turist için o kadar oyuncaklı bir ülke ki ufak tefek hoşluklara kendini kaptırıyorsun. Tahminim, yine olsa yine yaparım. Ve şimdi düşünüyorum da Tokyo bana çocuklar gibi eğlenme fırsatı sunmuş. Mesela akşamları vaktimizin bir kısmını oyun salonlarında geçirdik. 
Pişman değiliz. Video oyunları oynadık, jetonlu makinelerden oyuncak kapmaya çalıştık. 



    Şehirde epeyi oyun salonu var. Gelen gideni de fazla. Hadi bize farklı geliyor ve o oyuncakları yakalamaya çalışıyoruz. Ancak Japonların bilhassa akşam üzeri iş çıkışı buralara gelip vakit geçirmeleri, hipnotize olmuş gibi arka arkaya jeton atıp oyuncakları kapmak istemeleri enteresan. 

    Oyuncaklar, figürler çok çeşitli, çok tatlı. Görünce aklın kalıyor. Birini gözüne kestiriyorsun, "Alırım ben bunu" diyorsun. Nihayetinde bir şekilde olmuyor. Oyuncağı yakaladığın kıskaç birden açılıyor mesela. Ya da görevli ara ara dolaşıyor ve alınabilecek pozisyonda eşya görürse, eliyle düzeltip alınamayacak duruma getiriyor. Herkes bunu biliyor ama oynamaya devam ediyor. Yine de ara sıra büyük ganimetler yakalayan yok değil. Biz ise o kadar jeton attık, bir küçük çanta ile bir anahtarlık tutturabildik. Bu konuda hislerimi anlattığım küçük bir videom var:) 


    Güldük, eğlendik. Vakit artık sanat vakti. Tokyo'da en azından bir müzeye gitmemiş olacağımızı düşünmeniz beni üzer. Yakınımızdaki Ueno Park'ın içinde tarih, bilim ve sanat temalı birkaç büyük müze yer alıyordu. Biz ülkenin kültür ve sanat tarihini gözlemleyebilmek açısından Tokyo Ulusal Müze'yi tercih ettik. Japonya'nın en eski, en büyük müzesi de burasıydı ve birkaç binadan oluşuyordu. Tüm günümüzü dolduracak yoğunlukta bir koleksiyona sahipti. Uzakdoğu kültür mirasının izlerini, yani bize farklı gelen bir oluşumun izlerini ancak böylesi gezilerde sürebileceğimiz için, müzenin her bölümünde büyük bir hevesle vakit geçirdik, asla acele etmedik. 

    Arkeolojik eserler bir yana; çeşitli dönemlere ait günlük kullanım eşyaları, kimonolar, samuray kılıçları, resimler, heykeller vb. her objeyle birlikte Japonya tarihini gözden geçirdik.

   





     Müzede en fazla ilgi çeken bölüm samuraylara ait olan bölümdü. Hangi milletten olursa olsun özellikle erkek turistler ilk kez bir samuray kılıcıyla karşılaştıkları anda hayranlıkla "Ooo!" çekip izlemeye başlıyorlardı. 

   

    Ben Bezeklik duvar resimlerine epeyi bir takıldım. Üniversitedeki Orta Asya Türk Sanatı dersleri aklıma geldi. 
8 ile 13. yy.'lar arasına tarihlenen Bezeklik tapınak resimleri, Uygur klasik resim sanatının en güzel örneklerindendir.  Uygurların Budizm zamanını yansıtır. 

    Çin sınırlarındaki Mutou vadisinde yer alan mağara tapınakları bugün gezilebiliyor ancak duvar resimlerini görmek için dünyanın dört bir yanındaki büyük müzelere gitmek gerekmekte. Zira bu çok canlı ve ifadeci, portreci tarzda yapılmış ve üzerine dolan kumlar sayesinde korunabilmiş resimler 19.yy sonu-20.yy.başlarında parça parça çıkarılıp çeşitli ülkelere götürülmüşler. Bu ülkelerden biri de Japonya. 

    Ulusal müzede daimi koleksiyonun yanı sıra ayrıca geçici bir sergi vardı ki baş kahramanları olan iki figürü tanıdığıma pek memnum oldum. Bunlar Zen budizminin, Zen resminin iki önemli karakteri Shide ve Hanshan'dı:) Biri şair, diğeri mutfak işçisi olan iki eksantrik arkadaşın buluşmasında ve toplumdan uzaklaşarak doğayla yakınlaşmalarının hikâyesinde zen felsefesine göre derin anlamlar saklı. Shide ve Hanshan, yüzyıllardır çizilen resimlerde hep güler yüzlüler, hep muzipler, hep vurdumduymazlar. Onlar adına düzenlenen sergi, gülümseten bir sergiydi. 

    

    Ulusal Müze'den çıktığımızda hava kararmak üzereydi. Yemyeşil bahçesinde bir süre gezindikten sonra geleneksel konseptte düzenlenmiş çay evlerinden birinde aldık soluğu. Yeşil çaylarımızı yudumlayıp dinlendiğimiz sırada kağıt fenerlerin birer birer yanması, ortama masal havası vermeye yetti. Ülkenin Edo döneminde de önemli olan soylu bahçelerdeydik, az önce şahane bir müzeden çıkmıştık. O an bize düşen, sıcak çaylarımızı yudumlarken sessizliği dinlemekti yalnızca. 

    



    Samuraylar, Budizm, yeşil çay vs. derken geleneksel havada geçen günün gecesinde, aynı sınırlar içinde olsa da bambaşka hissettiren bir dünyaya, Tokyo'nun ışıklı caddelerindeki kalabalığa karıştık. Yüksek binalar, kocaman caddeler, elektronik panolardan akan görüntüler, ışık, ışık, ışık...

   
    Önce şunu söylemek isterim ki Japonya gibi çok şiddetli depremler yaşayan ve yaşayacak olan bir ülkede yüksek binaların fazlalığı, bu binalara duyulan güven, beni -kendi adımıza- üzdü. Japonya'nın bu konulardaki tavrını biliyoruz, okuyoruz ancak birebir görmek, gerçeğin tokat gibi yüze çarpmasıydı. Her daim mantıklı olduğumu, mantık çerçevesinde hareket ettiğimi düşünürdüm. Kendi ülkemizde özellikle deprem konusunu hep birlikte kadere, kısmete bağladığımızı, önlemler konusunda ise atalet içinde uykuya yattığımızı, mantıktan çok uzak oluşumuzu korkunç gerçekliğiyle kabul etmek zorunda kaldım. İşte rengârenk ışıltısıyla sarıp sarmalayarak, keyifli bir heyecan yaratarak turistlerin dikkatini çeken bu kocaman binalar, çok yüksek şiddette depreme dayanabilecek olan binalar. 

   

    Seyahatlerimizde alışveriş -bir de zaman kısıtlıysa- minimum yer tutar. Tokyo'da bu durum biraz farklı olmuş olabilir. Neredeyse bir günümüzü şu renkli binaların her katına yayılan elektroniklere, mangalara, figürlere ayırmış olabiliriz:) 

    Binlerce figür, binlerce manga... Yakın akraba çevremizde anime kültürünün meraklısı gençler olduğundan 
ben de konuya çok uzak sayılmam. Sayelerinde birçok karakteri bilirim. O yüzden söz konusu mağazalarda gezmek keyifliydi. Kaldı ki özel ilgi duymayanların bile dikkatini çekecek güzellikte objeler mevcut. Şöyle toparlayayım: En azından Miyazaki'yi kim tanımaz ki? 



    En çok hediyelik olmak üzere birkaç figür aldık tabii. Bizim kızlar hepsine bayıldılar. 
    Elektronik mağazasında ise kafamızı toplayamadık. Çünkü çok dolular, çok yoğunlar. Çeşit bol, ortam karmaşık, dil farklı bir dil. Aslında laptopa ihtiyacım vardı ve fiyatlar bize göre daha uygundu ama doğru dürüst İngilizce bilen eleman da olmadığı için satın almaya cesaret edemedim. Bir tek Orhun'a çizim tableti aldık. İşte bu gerçekten faydalı bir alışverişti. Ha bir de... Saçma sapan kalemler, sevimli post-it'ler aldım. Japonya tam bir ıvır-zıvır diyarı. Birçok şeyde de aklım kaldı. O mu, bu mu? derken hiçbirinin olmamasına karar verdim. Zira karmaşada, kargaşada kafamı toplayamıyorum.

    Tokyo kalabalık. En hareketli noktalarında kalabalığa karışmak ise yabancı turist aktivitelerinden biri. Farklı günlerde, turistik Shibuya bölgesinde epeyi takıldık. Meşhur Shibuya Crossing'de yüzlerce insanla yol aldık. Gözümüz yükseklerdeydi bir yandan. Binaların yüzeyinde yer alan, akşam karanlığını silip süpüren ışıltılı reklâm geçişlerini takipteydik ister istemez. Çok ışıklı ortamlarda iklim krizinin gidişatını düşünmeden edemem fakat çoğu insan gibi anlık keyfine kaptırırım kendimi. Ardından bu çelişkiye maruz kaldığım için sinirlenirim. Her devrin kaygısı ayrı. Bize düşenlerin bir kısmı da bu tip şeyler işte. 

    Renkli ve hareketli bölgelerden bir başkası Harajuku. Kostüm mağazaları, farklı kafeler, şekerci dükkanları, anime karakteri gibi giyinmiş gençlerle dolu; ne tarafa bakacağını, hangi mağazaya gireceğini şaşıracağın bir yer. 

    Bu bölgedeki "Takeshita Sokağı" girişinde yer alan takın elektronik kısmına, bazen o sokağa doğru gelenlerin görüntüsü veriliyor. İşte o zaman söz konusu alanda turistik bir yığılma oluyor. Millet ya kendini görmeye çalışıyor ya da fotoğraf çekiyor. E bizim diğer turistlerden neyimiz eksik? Japonya'da iyice çocuklaşmışız. Biz de burada bir süre takılarak kalabalığın içinde kendimizi bulmaya çalıştık:)

    Elektronik ve anime-manga mağazalarının bol olduğu Akihabara; lüks markaların, popüler restoranların yer aldığı Ginza bölgesi de yolumuzun düştüğü diğer yerler arasındaydı. 

    Akşam uçağına binmeden önce, seyahatimizin son gününü tekrar Ueno Park'a ayırdık. Zira oraya ilk ziyaretimiz, sadece bünyesindeki Ulusal Müze içindi. 


    Ueno Park, sonbaharın son demlerini yaşıyor olmamıza rağmen, yani kış kapıdayken tişörtle gezilebilecek kadar güneşli günün tadını çıkarmak için son derece uygun bir mekândı. Üstelik hafta sonuydu ve parkın çeşitli noktalarında sokak sanatçıları performans sergilemekteydiler. Hepsi birbirinden ilgi çekiciydi ancak birine epeyi gönlümüzü kaptırdık. Simsiyah giyinerek kendini soyutlamış olan kadın sanatçı, elindeki kuklayı ve konuya katkısı olan çeşitli objeleri kullanarak, sadece lirik bir müzik eşliğinde öyle bir masal sundu ki tüm izleyiciler gibi biz de hayranlıkla izledik. Söz olmasa da anlattığı hikâyenin hiç bir satırını kaçırmadık. Öyle bir ifade gücü... 

   Geleneksel izler taşıdığı belli olan bu gösteri hakkında biraz araştırma yapınca "Bunraku" olabileceğini düşündüm. Yani Japonya'ya has kukla tiyatrosu. Bir kuklayı genelde 3 kuklacı hareket ettirirmiş. Sanırım sokak performansı olduğu için burada bir kuklacı vardı. Ve bu kuklacı, Bunraku açıklamalarında bahsedildiği gibi kendini saklamıyordu, kendini kukladan ayırmak için siyah giysilere bürünmüştü. Sahnede sergilense gösterinin bir şarkıcısı olurdu. Burada müzik çalar kullanılmıştı. Kısacası, bir miktar farklı olsa da sanırım izlediğimiz Bunraku'ydu. Çoğumuz gibi geleneksel halk tiyatrosu Kabuki'den haberdarım. Bunraku'yu da böylece tanımış oldum. 

    Ueno Park, dünyanın en büyük hayvanat bahçelerinden birini barındırmakta. "Hayvanat bahçesi" fikri beni rahatsız eden, düşündüren fikirlerden biridir. Ancak korunması gereken türler söz konusu olduğunda işin içinden çıkamam. Hâl böyleyken türlerin devamlılığı, koruma, kurtarma ve araştırma konusunda iddialı oldukları için, merak ettiğimden Ueno Hayvanat Bahçesi'ni görmek istedim. Açıkçası, çocukluğumun yetersiz hayvanat bahçesi görüntülerini silmeye ihtiyaç duyuyorum.

    Ueno Zooloji Bahçeleri beni tatmin etti mi peki? Sanırım bunu "Evet" diyerek cevaplayabilirim. Bir kere çok geniş bir alana yayılmış. Haliyle hayvanların barındığı yerler de oldukça geniş. Ziyaretçiler için de yemyeşil yürüme yolları mevcut ki üzerinden uçan kocaman kuşlarla, zaman zaman kendini doğal bir ortamda hissettirmesini iyi becermişler. Büyük bir araştırma merkezine ve hastaneye sahipler. Hayvanların hâl ve tavırları canlı. Nasıl ifade edeceğimi de tam bilemiyorum ama hani bazen o hapislik hissini yaşadıklarını hissedersin ya... Bunu gözlemlemedim. Ziyaretçiler de sakin ve bilinçli olunca her şey mantıklı yürüyor gibiydi. Bol açıklama yazısı da durumları kavramaya yardımcı oluyordu. 

    Nesli tükenmek üzere olan canlıların korunması misyonlarını düşünürsek, ilginin en çok pandalarda toplanmış olduğunu söyleyebilirim. Burada yaşayan iki dev panda var. Erkek olan Ri Ri, dişi olan Shin Shin. Aslında bakım altındaki -bir nevi kısıtlanmış- pandaların üremesi çok zorken bu çiftin doğal yollarla bir bebekleri olmuş. Haberlerini görmüştük, Ri Ri ve Shin Shin Çin'den geldikleri için jest olsun diye bebek Xiang Xiang Çin'e gönderilmiş. Hem de bizim orada olmamızdan sadece bir ay önce. 

    Ri Ri ve Shin Shin en çok merak edilen hayvanlar ancak yanlarına pat küt dalmak olmuyor. Bir süre sıra bekleyip, belli bir uzaklıktan sakince görüp geçiyorsun. 
    Dev pandalardan sonra en çok merak edilenler kızıl pandalar. Onlar da özel bir yerdeler. Ve çok tatlılar, çok yakışıklılar. Kıpır kıpırlar. O kadar oyuncu olduklarını bilmiyordum. Tanıdığıma memnun oldum.
    Yine ilk defa gördüğüm bir kuştan bahsedeceğim. Zira çok ilgimi çekti. Pabuç Gagalı Leylek'ten bahsediyorum. Gerçi leylek denmiş ama bilim insanları sınıflandırmadan pek emin değiller. Pelikan sınıfıyla akraba oldukları da söyleniyor.

    Hayatımda gördüğüm en enteresan hayvan olabilir kendisi. Bir kuşa göre çok büyük. Kocaman kıvrımlı gagası ona gülümser gibi bir ifade veriyor. Çevresine karşı ilgisiz. Sadece duruyor.  Onu izleyenler duruyor, o duruyor. Dakikalarca öyle durup "acaba hareket edecek mi?" diye izleyebilirsin. Ürkütücü bir kuş ama onu izlemek ve beklemek, meditasyon yapmak gibi bir şey:) Papuç gagalı kuşun anavatanı Afrika'ymış. Eski Mısırlılar bile tanırmış kendisini, kimi çizimlerinde yer almış. Yalnız yaşarmış. İnanılmaz asosyal bir hayvan. İnsanların rahatsız etmesinden dolayı "hassas türler" arasına alınmış. Bugün sayıları 5000-8000 arasındaymış. Kendisine karşı değişik hisler içindeyim. Sevdim mi, sevmedim mi bilemedim. Fakat rahatsız etmeyin hayvanları arkadaş! Hep beraber güzel güzel takılalım.
    Aşağıdaki fotoğraf, aramızdan ayrılmış hayvan dostlarımızı anmak için yapılmış bir çeşit sunağı gösteriyor. Çiçekler, eşyalar, sevgi sözlerinin yer aldığı notlarla dolu.

    İşte böyle. Birkaç günlük Tokyo gezisi, verdiği keyfin yanında bize epeyi bir şey öğretti. Tekrar gitmek isterim. Farklı bölgelerini görmek isterim. Tarihi kısmını pek deneyimleyemedik. Daha az turistik tapınaklarını görmek isterim. Fuji Dağı'na yaklaşmak isterim. Sakura zamanı için net bir hevesim yok. Çok kalabalık olur. Öyle ya da böyle, umarım yolum bir kez daha Japonya'ya düşer.

    İnsanları hakkındaki fikirlerime gelirsek. İlk aklıma gelen kimseyle ilgilenmiyor oluşları. Bunu olumsuz anlamda söylemiyorum. Biz kendi ülkemizde yan gözle süzülmeye ya da doğrudan izlenmeye o kadar alışmışız ki Japonlar'ın umursamaz tavrı bana iyi geldi. Kimse kimseye göz atmıyor. Turist olarak hizmet aldığın yerlerde ise herkes kibar ve cana yakın. Normal zamanda da "Japonya'da kimse selam vermez" gibi bir durum yok bana kalırsa. Örneğin restoranlarda, kafelerde genelde masalar birbirine yakın olduğundan, biz her seferinde otururken gayriihtiyari sağımıza solumuza selam verdik ve karşılığında selam aldık:) Asla göz göze gelmemeye çalışanlar var ki onlarla niye muhatap olalım zaten. Sanırım İngilizce gibi neredeyse ortak olmuş bir dili çok az konuşabilmeleri onları biraz kısıtlıyor. Çekiniyorlar. Bizim gibi İngilizce'ye kafa göz dalmak gibi bir huyları da yok. En çok ilgiyi yaşlı kadınlardan gördük. Sokakta karşıdan gelirken gülerek yaklaşıp selam veren çok oldu. Hepsini rahmetli anneanneme benzettim desem? :) Benim anne tarafım Kırımlı ve -hadi annem pek değil ama- teyzem, dayım, anneannem o kadar Japon'a benziyorlar ki! Konuya dair şöyle bir anımız var: 25 sene önce, hep beraber Bodrum'a tatile gitmiştik. Kadın ağırlıklı bir gurubuz. İki genç, eşime "Yanınızdaki Japon abla şunu bize okuyabilir mi?" diye Japonca bir yazı getirmişlerdi. Yanımızdaki Japon da teyzem:) Ne gülmüştük! Kendisini çocukken "Japon" diye severlermiş, o da Japonlar'a hep bir sempati duymuş bu arada. Tokyo'da birbirimize devamlı "Bak dayım  geliyor, teyzem geliyor" dedik. Kısacası biz orada hiç yabancılık çekmedik:)
(Çekçektekiler biz değiliz:) Tabii ki binmedik.)
    "Gerçekten yalnızlar mı?" sorusuna gelirsek... Bilmiyorum. Karar veremedim. Hakikaten bazı yeme-içme yerlerinde duvara doğru ya da ortada özel bir bölüme doğru konuşlandığın, tek tek oturduğun, yanındakinden bir platformla ayrıldığın mekânlar var. Kafasını kaldırmadan sadece telefonuyla ilgilenen, yalnız takılan çok insan var. Fakat grup halinde yiyip için, eğlenenler de var. Belki değişiyorlardır artık. Örneğin Japon mafyası yakuzalar nedeniyle dövme sevmediklerini, birçok yere dövmelilerin kabul edilmediğini biliyoruz. Bende ufak tefek, eşimin ise iki kolunda epeyi büyük dövmeler var. Ona ilk zamanlar "Ceketini koluna as, dövmeleri kapa" deyip durdum ama ortama alıştıkça bunu unuttuk. Kimse de ters bir bakış fırlatmadı. Dediğim gibi, kimse kimseyle ilgilenmiyor. 

    Daha ne anlatabilirim bilmiyorum. Tokyo gezisi, aile tarihimizde en keyifli gezilerden biri olarak yer aldı. 
Orhun ayrıca memnundu. Dediğim gibi birçok genç Japonya kültürüne epeyi meraklı. Bir de lisede az biraz Japonya tarihi görmüştü. Ben kendi lise zamanımı düşününce böyle bir şey hatırlamıyorum mesela. Tarihe genel anlamda da meraklı olduğu için, gezerken bize yok Edo dönemi, yok Meiji Restorasyonu derken bir sürü şey anlattı. Anime, manga vs. epeyi bilgilendirdi. Hâttâ bazen çat pat Japoncasını konuşturdu. Japonca bir iki şey söylediğinde bariz şekilde mutlu oluyorlar. Japonya'ya gitmeden bir iki kelime öğrenmekte fayda var.
    Tokyo içinde ulaşım sorunsuzdu. Ve faydalı bir bilgi vereceğim, havaalanında bir GSM şirketinden WiFi modemi kiraladık. Tüm gezi boyunca benim sırt çantamdaydı, üçümüz de rahat rahat bağlandık. Dolayısıyla "Ulaşım için ne yapabiliriz?" gibi bir soruya cevap bulmak zaman almadı. Yeme-içme konusunda da serbest davrandık. Genelde, acıkınca gözümüze kestirdiğimiz yerlere girdik. Bu konuda yer ismi veremeyeceğim. Kimi zaman sokak lezzeti, kimi zaman hoş bir restoran şeklinde takıldık. Geleneksel yemekler yedik. Bildiğimizi tattık, bilmediğimizi denedik. Genelde lokantaların girişlerinde yemeklerin maketleri yer alıyor ki bu da takıldığın yerde seçim yapmanı ve dil sorunu varsa sipariş vermeni kolaylaştırıyor. Enteresan ama faydalı bir yöntem. Sadece bir akşam, artık biz Batı tarzı yemek özlediğimizden Orhun'u suşiciye doğru uğurladık ve karı koca TGI Fridays'te sağlıksız kızartmaları afiyetle tükettik. 
Maketler


   

    Normalde ben pirinçten hoşlanmam ama Tokyo'da şu pirinç unundan yapılmış tatlı Dango'yu ve marketten satın aldığın, kızarmış pirinçten onigirileri keyifle tüketmekten geri durmadım. 

 

   Sebzeli atıştırmalıklar konusunda efsane olan Japonya'dan gelirken bavula bol bol bunlardan koymadığım için pişman olduğumu söyleyebilirim. Orada "edamame" hayranı oldum. Bal kabağına ve tatlı patatese zaten bayılırım, ne kadar çok kullanıldığını gördüm. 

  

    Her yerde mevcut durumda olan meşhur içecek otomatlarına pek yanaşmadık. Otomatlardaki çeşit çeşit, renkli içecekleri sağlıklı bulmadım ama restoranlarda "Sake"buldum mu affetmedim. 

    

        "Yediğin içtiğin senin olsun, gezdiğini gördüğünü anlat" derler. Japonya gibi bize farklı gelen bir ülke söz konusu olunca, görüldüğü üzere, bir miktar yeme-içme bahsinden de geri kalamadım:) Diğer kısımlar hakkında ise epeyi bir kelâm ettiğimi düşünüyorum. Konu konuyu açtı, Japonya bana neler neler anımsattı, neler neler öğretti. Yine ayrıntılı bir seyahat yazısı oldu. Söz uçtu, yazı kaldı. Tokyo günleri şimdi tatlı bir hatıradır...




*...Mutlu olmayanın kendi problemidir :)