31 Aralık 2009 Perşembe

YENİ YIL YAZISI YAZMASAM OLMAZ:))





    Bugün 2009 yılının son günü. Klasik "Yeni yılı karşılama yazıları" vardır. "Acısıyla, tatlısıyla bir yılı daha geride bıraktık" diye başlayan, "Yeni yıl barış, sevgi, mutluluk vs.vs.vs. getirsin" dilekleriyle sona eren... İyi bir yılı geride bıraktığıma inanmış olsaydım ben de böyle bir yazı yazabilirdim. Fakat hiç "Geçen yıl şöyleydi, şu oldu, bu oldu" muhabbetine giremeyeceğim. 2009 yılı benim için her zaman "babamı kaybettiğim yıl" olarak kalacak. Derinden sarsıldığım, sabrımın farkına vardığım, biraz daha büyüdüğüm bir yıl... 2010 yılına yönelik en büyük temennim hiç bir sevdiğimin sağlığından olmamasıdır. Herşeye rağmen yeni yıl, yeni umutlar demek. 2009'u yollayıverelim ve bu geceyarısı bütün enerjimizle "2010  yılı çok güzel olacak" diyelim:))  2010 YILI ÇOK GÜZEL OLACAK!

7 Aralık 2009 Pazartesi

...

   2 Aralık günü sabaha karşı Hak'kın rahmetine kavuştu sevgili babacığım. 2 ay önce damar değişimi için hastaneye yattığında işin buralara geleceği hiç aklıma gelmemişti. Aksi giden bazı tıbbi olaylar neticesinde kaybettik babamı. 2 aydır devam eden üzüntüler, koşturmaca, ilaçlar, tahliller, hastane kokusu, ümitler... Hepsi bitti. Artık kalbimde sızı, boğazımda kocaman bir düğüm ve gözlerimde anılar var. Birkaç ay önce derdim ki: "35 yaşındayım ama kendimi 20-25 hissediyorum." Ama şimdi kendimi değil 35; 45 hissediyorum, 55 hissediyorum. İnsanın annesini ya da babasını kaybetmesi çok ama çok tuhaf bir duygu. Tarifi mümkün değil. Elbette normal hayatımıza döneceğiz, elbette üzüntümüz  hafifleyecek ama o tuhaf duygu ne kardeşimi ne de beni asla terketmeyecek.
   Babam iyi kalpli bir insandı. Yardımseverdi, arkadaşlığa çok önem verirdi, akıllıydı, çok okurdu, paraya hiç kıymet vermezdi, çocukları çok severdi, biz küçükken eve geldiğinde muhakkak ilgimizi çekecek birşeyler getirmiş olurdu, gece uyumadan önce yatağımızın kenarına oturur bizimle sohbet ederdi, ödevlerimizi yaparken yardımcı olurdu. Pek çok erkekte olmayan baba şefkatini esirgemedi bizden.
   Bu zor günlerde beni teselli eden en büyük şey onu tanımış olanların söylediği güzel sözler oldu. Gidenin arkasından söylenmiş klasik sözler değildi bunlar. Ne mutlu bize ki sağlığında da duyardık bu sözleri. Bence almış olduğu hayır duaları, ona gittiği yerde yardımcı olacak. Rahat uyuyacak Babacığım. Onu çok özleyeceğimi biliyorum ama kalbimin ta içinde hissediyorum ki huzura kavuştu, sıkıntıları bitti...
   Zor günlerimde bana destek olmuş olan tüm arkadaşlarıma, büyüklerime çok teşekkür ediyorum. Canım Aslı'cığım(Bora), canım Esma'cığım en zor zamanımda sorgusuz sualsiz koşup geldiniz,size ayrıca teşekkürler...



13 Kasım 2009 Cuma

ANNE, ÇOCUK VE SANAT


   Anne ve çocuğu arasındaki ilişki insan yaşamına dair en güzel, en samimi, aynı zamanda en anlaşılmaz ve çözülmesi güç olgulardan biridir. Göbek bağının kesilmesiyle sonsuza kadar ayrılmış olan fiziksel beraberlik, görünmeyen bağlarla sımsıkı bağlanmış olarak bu kez duygusal yönde devam edecektir. Bir insanın yaşamını olumlu ya da olumsuz etkileyebilecek olan bu yoğun ilişki, psikoloji biliminin de konuları arasında yer almaktadır. Psikanaliz'in babası Sigmund Freud, kişiliğin temelini bebeklik ve çocukluk yıllarında yaşanan olaylara dayandırmış ve anne-çocuk ilişkisi üzerine çalışmalar yapmıştır.
   Annesinin yoğun ilgisinden ya da ilgisizliğinden, bazen de annesinin yokluğundan etkilenmemiş insan sayısı az olmasa gerek. Hatta bu konuda sadece bireyin değil devletlerin, imparatorlukların da etkilendiği örnekler tarihçiler tarafından incelenmiştir. Annelerinin egemenliğindeki çocuk kralların, annelerinin etkisi altındaki sultanların varlığı bilinmektedir.
   Anne ve çocuk arasındaki bağın sanata yansıması şüphesiz daha duygusal olmuştur. Sanatçı duyarlılığı ile oluşturulan pek çok eserde açıkça ya da üstü örtülü olarak bu bağın izleri görülür. Avrupa resim ve heykel sanatında başrolü oynayan "Meryem Ana ve Çocuk İsa" resimleri ile "Pieta" sahneleri, dini bir anlam taşımanın yanı sıra duygusal görünümleriyle de dikkat çekerler. Bu örneklerdeki gibi anne ve çocuk figürünün yer almadığı ancak sanatçının annesine duyduğu bağlılığın izlerinin görüldüğü eserler de vardır. Bu konuda ilgimi çekmiş olan bir kaç sanatçıya ve eserlerine ait bilgileri paylaşmak isterim.
   Örneğin Leonardo da Vinci... Roma'nın Vinci kasabasında doğmuş olan Leonardo, anne hasretiyle büyümüştür. Babası bir noter, annesi ise basit bir köylüdür. Ancak babası bir başkasıyla evlidir. Başka çocuğu olmayan baba, Leonardo'yu yanına alır. Babaannesiyle büyüyen ve onu çok seven Leonardo yine de annesinin  yokluğunu hissetmiştir. Anatomi, botanik, mühendislik gibi alanlarda da çalışmaları olan bu ilginç sanatçı, az sayıda resmi olmasına rağmen Rönesans sanatının ustası sayılmaktadır. 
En tanınan eseri olan muhteşem Mona Lisa sırrını hala korur. Gizemli gülüşü, masum ifadesiyle dikkati çeken figürün kim olduğu hakkında pek çok yorum yapılmıştır. 
Bu yorumlardan biri, ünlü hekim ve psikolog Freud'a aittir. Ona göre bu figür , sanatçının özlemini çektiği annesinden başkası değildir.
   Sanatçının anne şefkatine göndermede bulunduğu bir başka eseri Kayalıklar Bakiresi'dir. Vaftizci Yahya, Meryem, İsa ve bir meleğin yer aldığı bu ünlü yapıtta Meryem figürü çocukları kucaklar gibidir. Bir eli bebek İsa'nın başında, diğer eli bebek Yahya'nın omuzundadır. Ve bu görüntü, çocuklarını korumak isteyen şefkatli bir anne görüntüsüne birebir uymaktadır.
   Rönesans'ın bir başka ünlü ismi de Albrecht Dürer'dir. Almanya Nünberg doğumlu ünlü ressam, Kuzey Avrupa resim sanatı temsilcilerindendir. Araştıran, tartışan, düşünen bir sanatçı olma özelliğine sahip Dürer, soğukkanlı, etkileyici ve ilginç bir kişiliğe sahiptir. Uzun yıllar boyunca geç-ortaçağ tıbbının en yaygın teorilerinden biri olan "Dört Salgı Teorisi" üzerinde çalışmıştır. Antik çağlardan beri inanılan bu teoriye göre insanı oluşturan dört adet akışkan, dört insani mizacı belirlemektedir ( Kan, balgam, sarı safra ve kara safra). Bu dört akışkandan  hangisi baskınsa insan karakteri ona göre belirlenir. Bu akışkanlardan herhangi biri fazla salgılanırsa o kişi hastalanır. 32 yaşındayken dalağından kaynaklanan bir hastalığa yakalanan Dürer, safranın dışarı akması üzerine melankoli çektiğine inanır ve melankolik ruh halini bu duruma bağlar. Melankolik mizacıyla, hastalık hastası denebilecek tavırlarıyla bilinen sanatçının bu duygular içerisinde oluşturduğu çizimleri mevcuttur. Böylesi bir yapıya sahip olan insanın, yakınlarından birini kaybettiğinde hissedeceği duygular da fazlasıyla yoğun olacaktır. Nitekim Dürer de 43 yaşındayken annesini kaybettiğinde derinden sarsılır ve bu yokluğun acısını ömrünün sonuna kadar hisseder.


Sanatçının, annesinin ölümünden kısa bir süre sonra meydana getirdiği Melankoli I adlı gravürü pek çok simgeler içermekte ve hala çözülmeye çalışılmaktadır. Evrensel bir başyapıt olma özelliğini koruyan eserin kahramanı, elini çenesine dayamış, sıkıntılı bir şekilde oturan bir kadın figürüdür. Bu figürün çevresinde bir çok simgesel obje yer alır. Bunların çoğu melankoliyi çağrıştıran veya melankoli tedavisinde kullanılan objelerdir. Bunlardan farklı olarak, figürün arkasındaki yapının duvarında yer alan sayı dörtgeninde tam bir simetri gözlenir ve dörtgendeki sayıların toplamı, yatayda ve dikeyde 34 rakamını verir. Pek çok araştırmacıya göre bu sayı, sanatçının ölüm tarihi olan 14.05.1514'ün farklı şekillerdeki toplamıdır. Freud ise, Dürer'in annesine çok düşkün olduğunu ve annesinin babasına karşı pasif-feminin bir kişilik sergilediğini belirtmiş, gravürdeki kadının sanatçının annesi olduğu yorumunda bulunmuştur. Ona göre, sanatçının babasını temsil eden objelerin de yer aldığı yapıtta, yerdeki küre kadının rahminden yere düşmüş olan ve yaratıcılığı simgeleyen bir yumurta, arka plandaki deniz ise ana rahmine geri dönüş özlemidir. Pek çok araştırmaya konu olan ve her seferinde yeni okumalara imkan sağlayan bu eser hakkında kesin yargıya varmak güçtür. Kesin olan, Dürer'in duygusal kişiliği, annesine olan sevgisi ve yokluğunda duyduğu üzüntüdür. 


   Anne ve çocuk ilişkisinin resim sanatına yansıması konusunda ipucu verebilecek bir diğer ressam, Sürrealizmin önemli temsilcilerinden biri olan Rene Magritte'tir. Sürrealizm 20.yy.'ın ilk çeyreğinde ortaya çıkar. Hayal ile gerçeği, bilinç ile bilinçdışını bir arada sunan ve akılcılığı yadsıyan bir akımdır. Nesneleri alışılmışın dışında betimleyen sürrealist ressamlar, geleneksel görme alışkanlığımızın dışına çıkmamızı sağlarlar. Bazıları ise nesneleri oldukları gibi en ince ayrıntısına kadar betimlerler ama bu kez de onları olmamaları gereken yerlere yerleştirerek hayal gücümüzü zorlarlar. 
Rene Magritte bunlardan biridir. Felsefeye ilgi duyan Magritte, kendisine "ressam" denmesinden hoşlanmaz. Resim aracılığıyla iletişimde bulunan bir düşünür olarak görülmeyi tercih eder.
   Rene Magritte 1898 yılında Belçika Lessines'de dünyaya gelir. Üç erkek çocuğun en büyüğüdür. Rene ve ailesi, tüccar olan baba nedeniyle sık sık şehir değiştirirler. 12 yaşındayken resim yapmaya başlayan sanatçı, 14 yaşında büyük bir acı yaşar. Annesi Sambre Nehri'ne atlayarak intihar etmiştir. Resimlerinde fazlaca görülen "su" temasının bu olayla ilişkili olduğu yorumları yapılmaktadır.
   Annesinin etkisiyle oluşturduğu söylenen asıl yapıtlar "The Lovers" isimli iki resmidir. İki ayrı resim olan ancak birbirlerinin devamı gibi gözüken bu çalışmalarda betimlenen aşık figürlerinin yüzleri beyaz renkli kumaş parçalarıyla sarılmıştır. Yüzleri örtülü iki aşık, resimlerden birinde sakin bir şekilde yan yana durmakta, diğerinde ise öpüşmektedirler. Sanatçının annesi nehirden çıkarıldığında, eteğinin bacaklarından sıyrılıp yüzünü kapatmış olduğu ve bu görüntünün etkisiyle resimdeki aşıkların yüzlerinin kumaşla sarılı olarak betimlendiği yorumları yapılmaktadır. Böylesi acı verici bir deneyimin sanatçıyı etkilemiş olması kuvvetle muhtemeldir.
   Farklı bölgelerde ve farklı zamanlarda yaşamış olan bu üç ustanın hayat hikayelerinde ortak olan; duygusal yapıları ile annelerine karşı hissettikleri sevgi ve özlemdir. Hangi yaşta olursak olalım annemize ihtiyaç duyarız. Annemizin karşılıksız sevgisi arkamızdaki daimi güçtür. Anne ve evladı arasındaki bağ, beraberken huzur veren ama koptuğunda depremler yaratacak kadar hassas olan bir bağdır. Bu yazıda adı geçen örneklere daha bir çok ekleme yapılabilir. Bu yapıtlar hakkında yapılan yorumların kesin olup olmadıkları elbette bilinemez. Ancak insanoğlu var olduğu sürece bu sevginin izleri resimlere, heykellere, filmlere, romanlara ve şarkılara yansımaya devam edecektir.



30 Ekim 2009 Cuma

VATAN SAĞOLSUN


   Dün eşimle birlikte çok merak ettiğimiz "Nefes, Vatan Sağolsun" filmine gittik. Fragmanı 2 milyon kişi tarafından izlenmiş ve gişe açısından da rekora koşuyormuş. Son zamanlarda yaşadığımız olayların etkisi ne kadardır bilemem ama yine de seyircinin "Recep İvedik" tarzı bir filmden çok farklı bir yapıma ilgi göstermesi hoşuma gitti.
   "Nefes" tek kelimeyle etkileyici bir film. Askeri açıdan ne kadar gerçekçi bilemem çünkü ben erkek değilim ve askerlik yapmadım. Fakat şunu söyleyebilirim ki karakterler açısından, çarpışma sahneleri vb.açısından oldukça iyiydi. Askerlerin anneleriyle, babalarıyla, sevgilileriyle telefonda konuşma sahnelerinde koptum. Ahizenin diğer tarafından duyulan konuşmalar çok ama çok bizdendi. "Sen gelene kadar kimseye köfte yapamam oğlum, sen yokken yiyemiyorum" diyen ağlamaklı anne, "Ne yapalım oğlum, herkes gibi yapıp geleceksin" diyerek metin durmaya çalışan baba, "1 hafta sonra, 10 gün sonra ararsın artık" diyen anlayışsız sevgili o kadar gerçekti ki... Ve diğer tarafta ailelerine hiçbir şey belli etmemeye çalışan Mehmetçikler... Her an ölebileceği gerçeğiyle yaşayan, elleriyle vesayet belgelerini imzalayan gencecik insanlar...
   Amatör bir sinema izleyicisi olarak söyleyebilirim ki yönetmen (Levent Semerci) her an çatışma çıkabileceği izlenimini çok iyi vermiş. "Eyvah! şimdi bir kurşun gelecek! Şimdi baskın olacak!" duygusunu yaşarken, hiç beklemediğim bir anda gerçekleşen çatışma sahneleri de çok başarılı. Açıkçası "Sadece milliyetçi duygularla yapılmış bir filmdir herhalde" diye düşünüyordum ve sinematik açıdan bu kadar iyi bir film olabileceği aklıma gelmemişti. Düz bir film değil. Ağır bir temposu var ama aynı zamanda hemen her sahnede yakalanabilen ayrıntılar sayesinde hiç de sıkıcı bir film değil. Ayrıca aşırı duygusal, aşırı milliyetçi bir hava sezmedim. Sadece ve sadece gerçekler vardı diye düşünüyorum.
    Kısacası ben bu filmi beğendim. Televizyondan değil de, sinemada film izlemeyi tercih eden amatör bir sinema seyircisi olarak öncelikle konu, daha sonra sinema dili açısından çok başarılı buldum. Tavsiye ederim. Gidiniz. Biz rahat yataklarımızda uyurken Türk askerinin nasıl zor şartlarda sınırlarımızı koruduğunu, askerliğin nasıl "Yan gelip yatma yeri" olmadığını bir kez daha görünüz.



19 Ekim 2009 Pazartesi

BUGÜNLERDE...

    Hayatımı bir süreliğine askıya aldım. Yapılması gereken zorunlu işler haricinde, keyiflerimi ve planlarımı bir süreliğine erteledim. Çünkü babam iki haftadır hastanede yatıyor ve sağlık olmayınca hiçbir şeyin tadı olmuyor. İkisi bacakta, biri boyunda olmak üzere üç adet damarın değişmesi için ameliyat günü bekliyoruz. Ama ameliyat için bir türlü gün verilemiyor çünkü oynayan tansiyon ve şeker değerleri ile görevlerini yerine getiremeyen böbreklerin düzelmesi, düzene girmesi lazım. Kendisinin hastanede sıkılması bir yana, insanın babasını veya annesini güçsüz durumda görmesi hiç hoş bir durum olmuyor.
    Babam şimdi bize "Yediğinize, içtiğinize dikkat edin; spor yapın; mideniz bulansa bile bol bol su için" diye öğüt veriyor. "Söylerlerdi inanmazdım" diyor. Maalesef kendisi bu konulara hiç ama hiç dikkat etmedi. Hala fırsatını bulduğunda sigara içiyor. Sinirleniyorum...
    Gençliğimizin ve sağlığımızın kıymetini bilmemiz lazım. Bu kıymet bilme durumu sadece "Aman yaşlanmadan şunu da yapayım, bunu da göreyim" şeklinde bir düşünce olmamalı. Sağlıklı yaşlanmak çok önemli. 60'lı,70'li hatta 80'li yaşlarda da yürüyüş yapabilmek, koşmak, yüzmek çok keyifli olsa gerek. Ve tabii ki birşeylerle uğraşmak, belli amaçlarının olması da sağlıklı bir yaşlı olmanın koşullarından biri. Geçenlerde okuduğum bir araştırmanın sonucuna göre kadınların erkeklerden daha fazla yaşamasının sebebi, kadınların yapacak işlerinin hiç bitmemesiymiş. Emekli olduktan sonra kendini bırakan erkeğe karşılık, kadınların torunlarına bakması ve ev işleriyle, hobileriyle vb. ile ilgilenmesi onların hayattan kopmamalarını sağlamaktaymış. Bence buna bir de erkeklerin içki ve sigara alışkanlığının kadınlara göre daha fazla olmasını, yiyecek ve içecek konusunda pek dikkatli olmamalarını da eklemek lazım.
    İşte babam da tam bu konumda. Keşke daha dikkatli olsaydın babacığım!...
  



3 Ekim 2009 Cumartesi

ŞAKİR PAŞA AİLESİ



    Bir aile düşünün. II.Abdülhamit döneminde sadrazamlık ve paşalık yapmış amca, yine yüksek askeri rütbelere ulaşmış olan baba, Atatürk'ün yakın silah arkadaşları olan damatları, Türkiye'nin ilk kadın sanatçılarından olan kızları, yine sanat dünyasının ünlü isimlerinden olan torunlar, resim, gravür, heykel, tiyatro,edebiyatla dolu hayatlar ve bol bol skandal...
    Yıllar önce Şirin Devrim'in "Şakir Paşa Ailesi - Harika Çılgınlar" isimli kitabını okuduğumda çok etkilenmiştim. Tek tek tanıdığım pek çok ismin aslında aynı aileden olduğunu o kitap sayesinde öğrenmiştim. Daha sonra bu ailenin ünlü fertleri ile ilgili ne bulursam okumaya başladım. Fahrelnissa Zeid, Aliye Berger, Nejad Devrim ve Füreya Koral gibi aile üyeleriyle de Sanat Tarihi eğitimim sırasında iyice haşır neşir oldum. Hatta 4.sınıftaki Proje dersi için hazırladığım "Türkiye'de Kadın Ressamlar ve Otoportreleri" konulu araştırmamda Fahrelnissa Zeid ve Aliye Berger de yer aldılar.
    Geçenlerde yukarıda bahsettiğim kitap tekrar elime geçtiğinde, bu ailenin belli başlı fertlerini tanıtmak, tanıyor olanlara da tekrar hatırlatmak isteği duydum. 
    Zira, heyecan duyduğum, beğendiğim şeyleri paylaşmayı seviyorum:)

    Cevat Paşa: Ailenin amcası. II.Abdülhamid döneminde en yüksek askeri makama ulaşmış, Girit Valiliği yapmış ve 1891'de sadrazamlık görevine getirilmiş. Aynı zamanda tarihçi. Osmanlı İmparatorluğu'nun askeri tarihini yazmış. Amatör fotoğrafçı. 5000 adet kitabını İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne bağışlamış.

    Şakir Paşa: Cevat Paşa'nın kardeşi. Ailenin babası. Girit'te Cevat Paşa'nın resmi kumandanlığını yapmış. Tarihçi ve yazar. Torunu Şirin Devrim'in deyimiyle "tam bir Rönesans adamı". Sanatın her dalına meraklı. 1903 yılında Paris'te düzenlenen bir resim yarışmasında ikincilik kazanmış. Ağabeyi gibi amatör fotoğrafçı. Çini ve seramikle de uğraşmış. Oğlu tarafından vurularak hayatını kaybetmiş. 

    Cevat Şakir Kabaağaçlı: Nam-ı diğer Halikarnas Balıkçısı. Herkes Halikarnas Balıkçısı'nı duymuştur. Romantik çağrışımlar yaratan bir isimdir bu. Peki ama Cevat Şakir nasıl Bodrum'a yerleşmiştir ve nasıl Halikarnas Balıkçısı olmuştur? 
    Şakir Paşa'nın oğlu Cevat, Oxford'a eğitime gönderilmiş ve orada zengin, aristokrat gençlerle arkadaşlık kurmuş tatlı hayat yaşayan bir gençtir. Bu yüzden sık sık babasından para istemektedir ve dolayısıyla babasıyla sık sık tartışmaktadır. Oxford'tan Roma'ya geçer ve orada Güzel Sanatlar Akademisi'ne yazılır. Resim yeteneği vardır. Nihayet mesleğini bulduğunu söylemektedir. 22 yaşındayken İtalyan Aniesi ile evlenerek yurda döner. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nde minyatür çalışmalarına başlar. Fakat babasıyla tartışmaları hiç bitmez çünkü babası onun adam gibi bir mesleğe sahip olmasını istemektedir. Bu sırada Şakir Paşa'nın mali durumu çok kötüdür. Sahip oldukları çiftlikteki hesapları kapatmak için Afyon'da bulundukları bir gece, tekrar tartışırlar ve Cevat babasını bir av tüfeğiyle vurarak ölümüne sebep olur. "Kendimi savundum" der.  7 yıl hapis yatar. Çıktığında bir tekkede çalışır, gazetecilik yapar, çeviriler yapar, siyasi karikatürler çizer. Siyasi bir yazısı nedeniyle İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanır ve o zaman sürgün yeri olan Bodrum'a gönderilir. Bodrum'u çok sever ve cezası bittikten sonra 25 yıl daha Bodrum'da yaşar. Balıkçıların ve sünger avcılarının hikayelerini yazar. Tanıdığımız, bildiğimiz "Halikarnas Balıkçısı" olur.

    Fahrelnissa Zeid: Şakir Paşa'nın kızı. Türkiye'nin ilk kadın ressamlarındandır. İnas Sanayi-i Nefise mezunudur. Meşrutiyet döneminin alafranga genç kızı iken, Cumhuriyet'in ilanından sonra tam bir Cumhuriyet kadınına dönüşür. İlk eşi Servet-i Fünun yazarlarından İzzet Melih Devrim'dir. Türkiye'nin örnek çifti olarak hem sanat dünyasının, hem de diplomatik çevrelerin toplantılarında sık sık boy gösterirler. Kızı Şirin Devrim'in anlatımına göre, Dolmabahçe Sarayı'nda yeni Türk alfabesine karar verilen toplantıya İzzet Melih ve Fahrelnissa da davetlidirler. Atatürk'ün yeni harflerle yazdığı ilk kelime "Fahrelnissa" olmuştur. 
    Fahrelnissa 1928 yılında Paris'te Ranson Akademisi'ne yazılır. 5 yıl sonra İzzet Melih'in çapkınlıkları yüzünden evliliği sona erer. 1934 yılında Irak'ın Ankara Büyükelçisi Prens Emir Zeid el Hüseyin ile evlenir. Bundan sonra Türkiye'de ve yurt dışında fırtına gibi süren bir hayata atılır. Hem sanat hayatını, hem diplomatik çevrelerle olan ilişkilerini aynı anda başarıyla devam ettirir. Kraliçe Elizabeth ve Hitler gibi dönemin ünlü şahsiyetleriyle aynı ortamlarda yer alır. Yurt içinde ve yurt dışında pek çok sergi açar. Başarılıdır, hırslıdır, titizdir, resim yaptığı tarihlerde ruhsal gelgitler yaşadığı söylenmektedir. 
    Eserleri Türkiye'de olduğu gibi Avrupa'da da önemli bir yere sahiptir.

    Aliye Berger: Şakir Paşa'nın küçük kızı. İşte ailenin en fazla tuttuğum ferdi. Nam-ı diğer Alyoşa. Evin şımarığı, başına buyruk olanı, aklına eseni yapanı, çocuksu ve açıkkalpli Aliye... Çılgın ve aşık Aliye... Rengarenk kıyafetleriyle, kıyafetlerine diktiği kelebeklerle, çiçeklerle dikkat çekermiş. Saçlarına renk renk kurdeleler, boynuna eşarplar bağlarmış. Farklı bir makyaj yaparmış. Yaşadığı dönemin aykırı tipi yani. Sadece fiziksel görünümüyle değil yaşadıklarıyla da farklıymış. İlk kez Füreya'ya ders verdiği sırada gördüğü keman hocası Carl Berger'e deliler gibi aşık olmuş. Bu sırada 17-18 yaşlarındaymış. Carl Aliye'den 10 yaş büyükmüş. Tam 23 yıl beraberlikleri olmuş. Carl, sanatının ön planda olduğunu söyleyerek evlenmekten kaçınmaktaymış. Aliye, bu zaman zarfında kaçamaklarından da vazgeçmeyen Carl'ın ilişkide olduğu kadını silahla yaralamış. Kadın evli olduğu için şikayetçi olmamış. Bu şekilde fırtınalarla geçen 23 yılın sonunda 1946 yılında evlenmişler. Ve yalnızca 6 ay sonra Carl kalp krizi geçirerek hayatını kaybetmiş. Bunalıma giren Aliye'yi kurtaran şey "gravür" olmuş. Zaten aileden gelen sanatsal bir yeteneğe sahip olan ve özel resim dersleri alan Aliye'yi gravüre yönelten kişi ablası Fahrelnissa olmuş. Gravür'ün güç gerektiren bir sanat olduğunu bilen Fahrelnissa, acılarını atabilmesi için Aliye'yi gravüre yönlendirmiş. Aliye ilk eserlerinde hep Carl'ı resmetmiş.
    Sanatseverler onu bir de "İstihsal" isimli yağlıboya resmiyle hatırlarlar. 1954 yılında Yapı kredi tarafından düzenlenen İstihsal (Üretim) konulu yarışmada Aliye'nin eseri birinci olur. Bu resim çok tartışılır çünkü akademik gelenekten uzak özgün bir çalışmadır. İçinden gelen coşkuyla gerçekleştirmiş olduğu bu resim, Türkiye'de soyut sanatın ilk örneklerindendir. Aliye'nin eserleri de kendisi gibi çok farklıdır.

    Nejad Devrim: Fahrelnissa'nın İzzet Melih'ten olan oğlu. Annesi gibi ünlü bir ressam. Soyut sanatın önemli temsilcilerinden. Orta Asya dahil bir çok ülkeye sanat gezilerinde bulunmuş. 

    Füreya Koral: Şakir Paşa'nın kızı Hakiyye'den olan torunu. Türkiye'nin ilk kadın seramik sanatçısı. Müzik eleştirileri yazmış, çeviriler yapmış. Yurt dışında pek çok sergi açmış ve ödül kazanmış. Marmara Oteli lobisinde, Ankara Ulus Çarşısı'nda, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı vb. bir çok yerde duvar panolarını görmek mümkün.

    Kılıç Ali Paşa: Füreya'nın eşi. Biz onu Atatürk'ün yaveri olarak tanıyoruz ve seviyoruz. Füreya ve Kılıç Ali her zaman Atatürk'ün yanındalar. 

    Emin Paşa: Şakir Paşa'nın damadı. Hakiyye'nin eşi. Emin Paşa Atatürk'ün silah arkadaşlarından. Aynı zamanda aile olarak da yakın ilişkiler içerisindeler. Hani ünlü bir olay vardır. Atatürk ve Latife Hanım yeni evlenmişlerdir. İzmir'de bir tanıdıklarının evindeyken, Atatürk halkın ısrarına dayanamayarak balkona çıkar. Elinde kadeh vardır. Latife hanım arkasından gelerek "Kemal! Kemal! Elinde kadehle kendini halka gösterme" der. İşte bu olayın geçtiği ev Emin Paşa ile Hakiyye'nin evidir.

    Şirin Devrim: Fahrelnissa'nın İzzet Melih'ten olan kızı. Tiyatro oyuncusu ve rejisör. Türkiye'de olduğu kadar Amerika'da da başarılı. Amerika'da bir çok tiyatro okulunda hocalık yaptı.

    Bu isimler, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerini ve Cumhuriyet'in kuruluş dönemlerini yaşamış, yerli yabancı pek çok siyasi şahsiyetle ve sanatçıyla içli dışlı olmuş, bir çok üyesiyle Türk Sanat Tarihi'nin ilklerini yaşatmış olan bu farklı aileden aklımda kalanlar. Bu konuda keyifle, sıkılmadan okunacak bir kaç kitap önerisinde bulunabilirim. 
    * Şakir Paşa Ailesi - Harika Çılgınlar  -    Şirin Devrim 
    * Alyoşa      -    Emel Koç
    * Füreya      -    Ayşe Kulin
    * Şirin          -    Şirin Devrim






   
  

24 Eylül 2009 Perşembe

OKULLAR AÇILIYOOOR!



    Yaz bitti. Bayram geçti. Üşümeye başladım. Bir sonraki yaza kadar  tişörtle sokağa çıkıvermek yok; oğlum bisikletiyle gezerken ağaç altındaki bir banka oturup onu seyretmek yok;  ıslak saçlarla, yalınayak gezmek yok; güneşli uzun gündüzler yok; geç yatıp geç uyanmak yok; balkonda kitap okumak yok; kiraz yok, üzüm yok, karpuz yok; deniz yok, havuz yok, kum yok...
    Yaz ne çabuk geçti anlayamadım. Sanki daha dün okullar kapanmıştı, yarın tekrar açılıyor. Artık dersler var; sınavlar var; not takipleri var; "oğlum ödevini yaptın mı?" demeler var; pantolon, gömlek, süveter temizliği var; veli faaliyetleri var...
    Bu yıl Orhun 6.sınıfa geçti. Sınıfına 9 yeni öğrenci katıldığını öğrendik. Sınıf mevcudu 12'den 21'e çıkmış. Zannediyorum bu artışta, bu yıl SBS'de özel okulların daha başarılı olduğu haberi etkili oldu. Eğitim alanındaki fırsat eşitsizliği maalesef ülkemizin bir gerçeği. Ve bu durum velileri kararsız bırakıp, böyle yarı yolda okul değiştirmeye mecbur etmekte. Velilere de, öğrencilere de "kolay gelsin" demekten başka çare yok.
    Orhun yeni gelen arkadaşlarını tanıma açısından heyecanlı. Ama ben de çok heyecanlıyım. 9 yeni öğrenci, 9 yeni veli:))) Yarın sabah tanışacağız. Bakalım neler olacak?
    Her yıl okul açıldığında oğlum sanki yeni 1.sınıfa başlamış gibi hüzünleniyorum, heyecanlanıyorum. Çünkü tatilde beraber vakit geçirmeye o kadar alışıyoruz ki, ilk birkaç gün benim için sıkıntılı geçiyor. (Deli olduğumu kabul ediyorum:)))


    BÜTÜN ÖĞRENCİLERE BAŞARILI BİR ÖĞRETİM YILI DİLİYORUM...

16 Eylül 2009 Çarşamba

PATRICK SWAYZE


    Patrick Swayze kansere yenik düşmüş. Bana gençliğimi hatırlatan bir figür daha bu dünyadan göçüverdi. İlk kez Kuzey ve Güney dizisinde görmüştük onu. Tek kanallı televizyon günlerimizin güzel dizilerinden biriydi. Yayınlandığında 11-12 yaşlarında olmama rağmen hala hatırlarım. At sırtındaki yakışıklı Güneyli subay dün gibi aklımda.
    Daha sonra Dirty Dancing ve bu kez Patrick Swayze karizmatik bir dansçı rolünde. Fakat bu kez ben 1-2 yıl daha büyümüşüm. 13-14 yaşlarındayım ve tam aşık olma çağımdayım :) Dolayısıyla filmdeki romantik dans hocası Johnny Castle'a yani Patrick'e hayranım. Zaman video zamanı. Pek çok evde olduğu gibi bizde de bir video oynatıcı var. Kardeşim ve kuzenimle birlikte biz üç kız, Dirty Dancing'i kaç kere seyrettik hatırlamıyorum.
    Ve GHOST... Ghost filmini ve şarkısını hatırlamayan var mı? Finalde  muhteşem "Unchained Melody" şarkısı eşliğinde sevgilisini son kez öpen ve diğer dünyaya doğru yol alan alan Sam gibi uçtu gitti Patrick Swayze. Ve beni bu gece vakti gençliğimin anılarıyla başbaşa bıraktı...



14 Eylül 2009 Pazartesi

SIKINTI

    Geçen salı gününden beri yazmamışım. Keyfim yoktu. Bu birkaç gün pencereden bakıp yağış tahmini yaparak; haberleri seyredip, gazeteleri okudukça kahrolarak geçti. İstanbul gibi dünyanın en güzel şehirlerinden birinin yanlış uygulamalarla nasıl mahvolduğuna mı yanayım, ekmek parası peşinde kapısı bacası olmayan aracın içinde hayatını kaybeden hemcinslerime mi yoksa annesinin elinden kayıp giden bebeğe mi üzüleyim bilemedim.
    En çok içimi acıtan şeylerden biri de, darmadağın olmuş depoları yağmalayanları görmek oldu. Haberi seyrederken, aklı başında bir vatandaşın "Biz böyle bir millet değiliz!" diye bağıra bağıra isyan etmesini gördüğümde boğazıma bir yumru geldi oturdu. Evet biz böyle değildik. Ne oldu? Nasıl böyle vicdan kaybına uğradık? Değerlerimizi ne zaman yitirdik? Nerede kaldı kul hakkı? Aklım almıyor, almıyor, almıyor... Hırsızlığın en adi şekli bu. Artık bunun daha aşağısı yok. Yine canım sıkıldı. Başka şeylerden bahsedecektim ama canım istemiyor. Yarın yazarım artık...

(Türkiye'de intihar oranı geçen yıla göre yüzde 41,5 artmış. Her üç saatte bir kişi intihar ediyormuş. Nedense hiiiiiç şaşırmadım.)



8 Eylül 2009 Salı

ATIK YAĞLAR VE BİYODİZEL ÜRETİMİ

    Dün yine, aslında ne zamandır vazgeçmek istediğim bir eylemde bulundum ve kızartma yapmış olduğum yağı lavaboya boşaltıverdim. Daha sonra, kapıldığım derin vicdan azabının etkisiyle bu konuyu biraz araştırmaya karar verdim. Çünkü bu zamana kadar bu konuda üstünkörü bilgilerle yetinmiştim. Hepimizin ağzında bir "küresel ısınma" lafı dönüp durmakta. Fakat çevre kirliliği ve bunun sonucunda oluşan küresel ısınmaya karşı bireysel olarak ne gibi önlemler almaktayız? Kendi adıma çöplerimizi kağıt, cam, pil vs. şeklinde ayrıştırarak attığımı, yazı kağıtlarını ve defterleri defalarca kullandığımı söyleyebilirim. Artık kızartmalık yağlarımı da biriktireceğim.
    1 lt. atık yağ yaklaşık olarak 1.000.000 lt. içme suyunu kirletebiliyormuş. Arıtılmayan atık sulardaki bitkisel ve hayvansal atık yağlar denizlere, göllere, akarsulara döküldüklerinde o suyu kirleterek, oksijenin azalmasına neden olarak su canlılarının yaşamlarını tehdit etmekteler.
    Birçok madde gibi atık yağlar da dönüştürülerek faydalı hale getirilebiliyor. Öğrendim ki, Çevre ve Orman Bakanlığı izni ile bitkisel atık yağ toplayan tesisler varmış. "Bitkisel Atık Yağların Kontrolü Yönetmeliği" çerçevesinde restoranlardan, yemekhanelerden atık yağ toplayan bu tesisler, yeni bir kararla Ocak 2008'den itibaren evlerden, apartman ve sitelerden de atık yağ toplamaya başlamışlar. ALBİYOBİR, Ezici Biodizel gibi bu tesisler atık yağları dönüştürerek biyodizel üretmekteler. Biyodizel alternatif enerji çeşitlerinden biri. Soya, kanola gibi yağlı tohum bitkilerinden ve bitkisel atık yağlardan üretiliyor. Maalesef  fosil enerji kaynakları tükenmekte (petrol, kömür vb.) ve insanoğlu artık yeni enerji kaynakları bulmak zorunda.
    Alternatif Enerji ve Biyodizel Üreticileri Birliği (ALBİYOBİR) kendisine bir hedef belirlemiş: biyoyakıt kullanımını Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100.yılı olan 2023'e kadar %23'e çıkarmak. (AB'nin aynı konudaki hedefi 2020 yılına kadar % 20) Yine ALBİYOBİR'in internet sitesinde yer alan bilgilere göre Türkiye'de bitkisel yağların enerji kaynağı olarak kullanılması çalışmaları 1934'te Atatürk Orman Çiftliğinde tarım traktörleri üzerinde başlamış. Amaç enerji konusunda yerli kaynaklardan yararlanmak ve dışa bağımlılıktan kurtulmak. Birlik bu amaca ulaşma doğrultusunda birtakım projeler belirlemiş. Örneğin Türkiye'nin pek çok ilinde Belediyelerle anlaşılmış. Görebildiğim kadarıyla evime en yakın atık yağ toplayan kurum Avcılar Belediye Başkanlığı. Avcılar Belediyesi yaklaşık bir yılda evlerden ve işyerlerinden 30 ton atık yağ toplamış.
    Bundan sonra lavaboya yağ dökmek yok. Biriktiriyorum ve bağlı bulunduğumuz Belediye böyle bir uygulama gerçekleştirene kadar, atık yağlarımızı Avcılar Belediyesi Çevre Koruma ve Kontrol Müdürlüğü'ne ulaştırıyorum. Biz elimizden geleni yapmasına yaparız da "yetkililer bu konuda bizleri daha iyi aydınlatsalar, biyoyakıt üreten tesisler daha iyi tanıtım yapsalar çok daha iyi olacak" diye düşünmeden de edemiyorum.
  

  
  
  

5 Eylül 2009 Cumartesi

ÇEMKİRME HALLERİ (1)

   Yaprak Dökümü dizisi oyuncusu Gökçe Bahadır kardeşimiz bir röportajında şöyle demiş: "Kendime çok iyi bakıyorum, yoga yapıyorum, saçlarıma çok önem veriyorum, yüzüme her sabah ve her akşam bakım uyguluyorum. Bu gidişle 35 yaşında da taş gibi olacağım." Bakar mısınız şu lafın kışkırtıcılığına:) Bendeniz 35 yaşında bir kadın olarak bu güzel kardeşimize şunu demek isterim: "Yahu canım kardeşim, sen 35 yaşındaki kadınları ne zannediyorsun?" Bu arkadaş 35 yaşında bir kadını düşününce gözünün önüne nasıl bir yaratık geliyor bilemem ama bırakınız sabah-akşam bakım yapmayı, ayda yılda bir kremlediğim 35 yıllık yüzümde bir tek kırışık olmadığını belirtmeden geçemeyeceğim:)


                              * * * * *


    Bir lafım da bizim mahallenin Ramazan davulcusuna. Bilindiği gibi Beylikdüzü'nde siteler şeklinde bir yapılaşma var. Bazı sitelerin arasında 50m., 100m.civarında boşluklar olabiliyor. Davulcu arkadaş arabasıyla geliyor, davulunu çıkarıyor, sitenin içine girmeden kapıda güvenlik görevlisinin kulağının dibinde davulunu çalıyor ve tekrar arabaya binip bizim 70-80 m. ilerimizdeki siteye gidiyor. "Arkadaşım sen zaten devrini tamamlamış nostaljik bir figürsün. Artık herkesin çalar saati var, cep telefonu var. Yani sen eski bir geleneği yaşatmakla, mahalleyi davulunu çala çala dolaşmakla, hatta olursa maniler falan okumakla yükümlüsün. Bu araba işi de neyin nesi oluyor yahu!"

3 Eylül 2009 Perşembe

TAMI TAMINA 3 GÜN İNTERNETE GİREMEDİM:)

    Teknik aksaklıklardan dolayı 3 gün boyunca internete giremedik. Arıza giderilince oğlumun ve benim surat ifadelerimizi görmeliydiniz. Çok mutlu olduğumuzu belirtmeme gerek yok sanırım:)) Yanlış anlaşılmasını istemem, çocuğunu bütün gün bilgisayarla baş başa bırakıp "aman uslu uslu oturuyor işte" diyen annelerden değilim. Tamam, bütün bir yaz çocukları oyalamak zor. Ama elimden geldiğince vaktini keyifli geçirmesi için çabalıyorum. Sinemaya gidiyoruz, gündemdeki sergilerin çocuk atölyeleri varsa onları takip etmeye çalışıyoruz, arkadaşlarını ziyaret ediyoruz, kuzeniyle oynuyor. bisiklete biniyor, kitap okuyor, resim yapıyor, Monopoly oynuyoruz vs. vs. Ama her eve dönüşte veya her boş kalışında hooooop! bilgisayarın başına. 
O hevesini alıyor ( Ya da henüz almamış oluyor da ben öyle farzediyorum:))) 
Bu kez ben "Sen çok takıldın, biraz da bana versene" diyerek zaptediyorum bilgisayarı.
Velhasılı kelam bilgisayarın bizi esir aldığını anlamış bulunmaktayım. İnternete girmediğim gün yok. (Tıpkı sizler gibi.) Öncelikle hemen bir arkadaşları yokluyorum, gazeteleri okuyorum, merak ettiklerimi araştırıyorum, oyun oynuyorum, alışveriş yapıyorum ve bu bağımlılık iyi mi? Kötü mü? Karar veremiyorum...

29 Ağustos 2009 Cumartesi

HEYKEL

Auguste Rodin (Bayılıyorum bu esere)
    Bugün HABERTÜRK gazetesinde şöyle bir haber yer alıyordu: " Kars Belediye Başkanı Nevzat Bozkuş, belediye girişindeki iki kadın heykeli ile kent meydanındaki çıplak göğüslü kadın heykelini ve kentin simgesi olan kaz heykelini söktürdü."  Kadın heykellerini söktürmesiyle ilgili gerekçe ise şu: "Devletin temsil edildiği resmi dairenin önüne yakışmıyordu."
    Bu haberi okuduğum zaman hem bir kadın olarak, hem de bir sanatsever olarak üzülmemem mümkün değildi. Maalesef bir devlet yetkilisi eliyle gerçekleştirilen bu olay ilk değil ve korkarım sonuncusu da olmayacak.
    Bu olay bana Cumhuriyet'in kurulmasından sonra ulusça verdiğimiz kurtuluş mücadelesinin anısını canlı tutmak ve yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin ideolojisini görsel hale getirmek amacıyla, yurdun dört bir yanına kurulan anıt-heykelleri hatırlattı. Mustafa Kemal Atatürk'ün 1922 yılında Bursa'da yaptığı bir konuşmasında "yaklaşık 1300 yıl önce Hz.Peygamberimizin İslamiyeti yerleştirmek amacıyla putları yerle bir ettirdiğini ve Müslümanların heykeli put olarak görmeleri için artık hiçbir koşulun kalmadığını" belirtmesiyle birlikte anıt-heykeller dönemi başlamıştır. O sıralar Türkiye'de heykel eğitimi başlamıştır ancak büyük boyutlu heykel yapma olanaklarımız kısıtlıdır. Bu yüzden yurtdışından Pietro Canonica (İtalyan) ve Heinrich Krippel (Avusturyalı) gibi heykeltraşlar getirtilir. Örneğin meşhur Taksim Anıtı Canonica'nın eseridir.
    Atatürk heykelleri, Kurtuluş Savaşı'ndan sahneler, çağdaş yaşamı simgeleyen eserler yepyeni Türkiye Cumhuriyeti'nin görsel yansımaları olarak vücut bulurlar.
    Eskiden baba-oğul elele tutuşup Taksim Atatürk Anıtı'nın önünde fotoğraf çektirmek sevilen bir gelenekmiş. Bugün ise heykellerin içine tükürüyoruz (hatırlayınız), devlet dairesine yakışmadığı için kadın heykellerini kaldırıyoruz veya beğenmediğimiz yerlerini düzeltiyoruz (yine hatırlayınız(!))
    Devlet ideolojisi sanata yansır mı? Yansır...





İlgilenenler İçin: - Cumhuriyet'in Kültür Politikası ve Sanat - Nilüfer Öndin
                           İnsancıl yayınları
                        - Otuz Bin Öncesinden Günümüze Heykel - Önder Şenyapılı
                           ODTÜ Geliştirme Vakfı Yayıncılık ve İletişim A.Ş Yayınları

27 Ağustos 2009 Perşembe

AÇILIŞ

    Epeydir aklımda olan bir fikri bugün hayata geçiriyorum.Bu ilk yazım ve artık ben de bir blog yazarıyım.(Umarım devamı gelir:)))
    Neden böyle bir işe kalkıştım? Çünkü yazmayı seviyorum. Çocukluğumda ve gençliğimde günlük tutardım. Oğlum doğduğunda da yazdım. Onunla yaşadıklarımı, anneliğin bana hissettirdiklerini yazdım.
Şimdi arada bir eski günlüklerimi çıkarıp okuyorum. Kimi yazmış olduklarıma çok gülüyorum, kiminde hüzünleniyorum, bazen de "aaa! sahi bu da olmuştu!" diyerek şaşırıyorum.
Yani kısacası yazmayı seviyorum.Tıpkı okumak gibi yazmak da güzel şey. Bir deşarj olma yöntemi. Kendini ifade etme biçimi. Bazen bir terapi.
    Madem teknoloji de gelişti, çağa ayak uydurmak lazım. Bir de bu "sanal günlük" olayını deneyelim bakalım. Hissettiklerimi yazarım, gezdiğim gördüğüm yerleri yazarım, bilgilerimi paylaşırım, tavsiyelerde bulunurum, tavsiyeler alırım, oğlumu anlatırım, sevdiklerimi anlatırım.
    Kimse okumazsa ben okurum:) Olmazsa oğluma ve eşime zorla okuturum:)