28 Şubat 2012 Salı

♥TARİHİ LİDERLER VE AŞKLARI ♥


    Muhteşem Yüzyıl dizisi sayesinde 2 sezondur Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem aşkını konuşuyoruz ülkecek. Muhteşem Süleyman’ın Hürrem’e nikah kıyması karşısında “vay bee!” dedik. “Ne aşk ama… Helal olsun!”
    Bu durum bana yakın zamanda okumuş olduğum “Tarihi Liderler ve Aşkları” adlı kitabı hatırlattı(İkaros Yayınları). Tarihi kişiliklerin aşkları her zaman dikkat çeker. Ben de aynı merakla okumuştum kitabı. İşte o kitaptan aklımda kalan bazı ayrıntılar:
    Ünlü Bizans İmparatoru Justinyen (482-565), Theodora’yı ilk önce tiyatroda gördü. Theodora ünlü bir dansçıydı. Her geceyi beğendiği bir başka erkekle geçirdiği söylenmekteydi. Justinyen aşık oldu ve Theodora ile evlenebilmek için asiller ile halk arasında evlilik olabileceğine dair kanun çıkarttı. Theodora İmparatoriçe olunca ilk olarak kötü yola düşen kadınlar için bir manastır yaptırdı ve sokaklardan toplattığı 500 kadının ücretsiz olarak burada yaşamasını sağladı.
    İngiltere Kralı 8.Henry (1491-1547), karısından boşanabilmek ve Anne Boleyn ile evlenmek için ülkesini Roma Katolik Kilisesi’nden ayırarak Anglikan Kilisesi’ni kurdu. Ve evlendiler. Ama sonra ne oldu? Uğruna ülke halkının inancını değiştirten Henry, düzmece bir zina suçlamasıyla Anne’in kafasını kestirdi çünkü başka bir kadına aşık olmuştu.
    8.Henry’nin kızı olan Kraliçe Elizabeth (1533-1603) hiç evlenmedi. Ülke çıkarları için bile olsa sevmediği biriyle evlenmeyi reddetti. Çocukluk aşkı Robert Dudley’e aşık olduğu ve onu unutamadığı söylendi. Dudley evliydi ama Kraliçe ile arkadaşlıkları devam ediyordu. Dudley, karısının şaibeli ölümü üzerine yargılandı ama suçsuz bulundu. Elizabeth öldüğünde elinde Robert’ın mektubunun bulunduğu söylenmektedir.
    Dünyanın 7 harikasından biri olan Tac Mahal, ölümsüz aşkın simgelerinden biridir. Hindistan’daki bu ünlü anıtmezar, Babür İmparatorluğu hükümdarlarından olan Şah Cihan’ın (1592-1666), karısı Ercümend Banu Begüm için yaptırdığı bir şaheserdir. Şah Cihan öylesine seviyordur ki karısını, o ölünce yemeden içmeden kesilir. 2 yıl boyunca yas tutar, devlet işlerini umursamaz. Sonunda karısı için muhteşem bir anıtmezar yaptırmaya karar verir. Söylentiye göre Tac Mahal’in inşasında çalışanların elleri kesilir ki bir daha aynı güzellikte bir bina yapamasınlar.
    Fransız Devrimi’nin ünlü generali Napoleon Bonaparte (1769-1821) ve ilk karısı Josephine beraber anılırlar genelde. Napoleon, Josephine’i hep sevmiştir sevmesine ama çocuklarının olmaması, onu bırakıp Marie Louise ile evlenmesine neden olur. Josephine’den ayrılınca 3 gün boyunca kimseyle konuşmaz Napoleon. Ama bir varis istiyordur ve bu amaçla bir arayışa başlar. Avusturyalı hanedan ailesi Habsburglar’ın kızı Marie Louise’de karar kılınır. Bu evlilik hem politik açıdan yarar sağlayacaktır, hem de gelin adayının annesi 13, onun annesi ise 17 çocuk doğurmuştur. Napoleon ve Josephine’in bağları hiç kopmaz. Sık sık mektuplaşırlar. Napoleon’un son sözleri “Fransa…Ordu…Ordunun başı…Josephine…” olur.
    Ünlü İngiliz devlet adamı Winston Churchill’in (1874-1965) çok mutlu bir evliliği vardı. Londra’da resmi bir davette kendisine yöneltilen “şu an olduğunuz kişi olmasaydınız, kim olmak isterdiniz?” sorusunu, eşi Clementine’in elini tutarak “Bayan Churchill’in ikinci eşi olmak isterdim” diye yanıtlamıştır.
    Ve Alman diktatör Adolf Hitler (1889-1945)… Kendisinin böyle romantik hikayeleri yok tabii kiJ Fakat çok ilginç olan bir şey var. Hitler’in hayatına giren 7 kadının 7’si de bir veya birkaç kez intihar girişiminde bulunmuş. Bunlardan 5’i hayatını kaybetmiş, 2 tanesi kurtulmuş. Bildiğimiz Hitler işteJ
    Tarih sayfalarında yer almış aşk hikayeleri bu kadarla sınırlı değil elbette. Ama bu kadarcık örnek bile gösteriyor ki… Aşk ne hükümdar dinliyor… Ne kral... Ne de diktatör…

24 Şubat 2012 Cuma

ADIMLA BİN YAŞAYAYIM!


    İlk ismim Sezer, ikinci ismim Eser. Sezer Eser...Bazen annemin ve babamın nasıl olup da bana iki adet erkek ismi koyduğunu düşünmeden edemiyorum. Hatta düşünmekle kalmayıp bunu sık sık kendilerine sormuş bulunmaktayım. Henüz net bir cevap alabilmiş değilim. Rivayete göre olay şöyle gelişmiş: Malum 35 yıl önce bebeğinizin cinsiyetini doğumdan önce öğrenme imkanı yoktu. Anneciğim ilk çocuğuna (yani bana) isim düşünürken, "Sezercik" filmlerinin de etkisiyle Sezer ismini de seçenekler arasına katmış. "Erkek çocuğuna da uyar, kız çocuğuna da" diye belirtmeyi de ihmal etmemiş. Ben doğduğumda hastanede belge hazırlamak için bebeğin adı sorulmuş ve Teyzeciğim de "annesi galiba Sezer istiyordu" demiş. İsmim öyle yazılmış ve kabul görmüş. Daha sonra Babacığım nüfus kağıdı çıkartırken, nasıl düşündü bilinmez, Sezer'in yanına Eser'i eklettirivermiş. Dediğim gibi bazen "Neden bana Sezer gibi genelde erkeklerde rastlanan bir isim koydunuz? Hadi onu koydunuz, Eser gibi ikinci bir erkek ismini niye eklediniz? Üstelik niye iki isim verdiniz ki?" diye sızlandığımda, "Aslında Burcu ve Pınar'ı da düşünmüştük" gibi sözler sarfettikleri gibi "Ne varmış senin isminde?" diye devam ettiler. (Ben de sızlanmaya devam ediyorum o ayrı...) Üstelik bence gereksiz uzunluktaki bir ismi ilk çocuklarına reva gören aynı zihniyet, ikinci çocuklarında farklı bir tutum izleyerek kardeşime "Aslı" gibi gayet kısa ve net bir isim seçmiş. Aslı... Aslı Gür... Bu kadarcık...
    Her neyse... Sezer Eser Gür olarak okula başladım. Ve tüm okul hayatım boyunca kimi zaman Sezer, kimi zaman Eser olarak anıldığım gibi, şahsıma verilmiş olan çeşitli belgelerde ve diplomalarımda S.Eser Gür, Sezer Gül, Sezer Eser Gül gibi isimlere rastladım. Ama içlerinde en yaratıcı olanı Sezer Esergül idi... Bu bir Teşekkür Belgesinde yazmaktaydı ve belge hala bende duruyor.
    Tabii yıllar geçti ve ben evlendim. Yani ne oldu? Resmi olarak eşimin soyadına sahip oldum. Peki nedir bu soyadı? "Perker"... Hey Güzel Allahım!!! Olduk mu sana Sezer Eser Perker... Er!Er!Er!... Bu derece maskülen bir ismi duyan herhangi birinin zihninde, herhangi bir kadın imajı belirebilme ihtimali acaba yüzde kaçtır? Haydi bunları geçtim diyelim, Perker'i bir kerede anlayan insana henüz rastlamadım. Artık ya Sezer Eser Peker'im, ya da Sezer Eser Berker'im... Kardeşim arada "r" var!!! Ayrıca "B" değil, "P"!!!
    Tabii bir de evlilik soyadının yanı sıra orjinal soyadını kullanma durumu da var. Bu konuda da durumum şu: Sezer Eser Gür Perker... İspanyol soylusu mübarek! Bunu imkanı yok tek seferde anlayan çıkmaz. Ve maalesef ikisini bir arada kullanmayı tercih etmedim. Facebook'ta sayfa açarken bile "Acaba ismimi ne yazsam?" diye düşündüm uzunca bir süre. En sonunda nüfus kağıdımda olduğu gibi yazmaya karar verdim. (Ümitsiz olmama rağmen bu şekilde ilkokul arkadaşlarıma ulaşmayı bile başardııııım! Çünkü ilkokul arkadaşlarım Eser'i bilmezler.)
    Velhasılıkelam sıkıntım büyük(!) Şu küçücük yazıda geçen isim kombinasyonlarına bir göz atılırsa, bu yaşıma kadar kaç değişik şekilde anıldığım ortaya çıkar ki muhakkak unuttuklarım da vardır. (Nitekim geçenlerde telefonda konuştuğum bir TTNet görevlisi arkadaş bana hepsini kombine ederek "Seper Hanım" dedi. Bunu atlamak olmaz.) Yani nedir bu yazının ana fikri? Kız çocuklarına kız ismi, erkek çocuklarına erkek ismi koyalım. Ve ikinci bir isim istiyorsak -ki bence son derece fuzuli- lütfen iyi düşünelim. Çocuklarımızın hatırına yani...Lütfen...Rica edicem...(!)(!)(!)




21 Şubat 2012 Salı

FETİH 1453...

    Fetih 1453... Çok merak ediyordum. Dün seyrettik. Aslında film hakkında yorum yazmayacaktım ama düşündüm de... Madem ben filmleri sinemada izlemeyi seven bir seyirciyim... Demek ki bu filmler benim ve benim gibiler için yapılıyor. O yüzden fikrimi belirtmek daha doğru olacak. 
    Öncelikle bu ve bunun gibi filmlere çocuk götürülmemesi taraftarı olduğumu belirtmem lazım. Bir filmde "7 yaş" sınırı varsa, "13 yaş altı, ailesiyle seyredebilir" deniyorsa vardır bir sebebi ve çocuk götürülmemesi gerekir. Zira dün benim yanımda oturan çocukcağız örneğinde olduğu gibi, tüm film boyunca "Ne oldu şimdi baba? Şimdi ne olacak baba? Bu kim baba? Savaş ne zaman başlayacak baba?" gibi soruları dinlemek zorunda kalırsınız:)) Birşey de diyemiyorum çünkü çocukların susturulmaması, sorularının cevaplanması gerektiğini düşünürüm her zaman:) Çocuk ne yapsın? Büyüklerinde kabahat. Her şeyin bir yaşı, bir zamanı var.
    Gelelim diğer konulara. Bir kere film çok gürültülüydü. Türk filmlerinde sesin az olmasından yakınılır aslında. Demek ki bu konuya dikkat edilmiş. Ama bu kez de çok yüksek bir ses durumu vardı ortada. Salondan başım ağrıyarak çıktım. Eşim ve oğlum da aynı durumdan rahatsız oldular.
    Arada sırada, film sanki eski bir Yeşilçam filmiymiş gibi perdede yağmur gibi çizgiler oluyordu. Sanki film eski bir banda kaydedilmiş gibi... Anlatabildim mi bilmiyorum? İşin tekniğini anlamam. Sinemacı değilim. Bu durum nereden kaynaklanıyor bilemiyorum. Sinema salonuyla mı alakalı? Yoksa filmle mi alakalı? Aslında bunu çıkınca yetkili birine soracaktım (böyle huylarım vardır:)) ama o kadar kalabalıktı ki unuttum. Bilen biri bana cevap verebilirse sevinirim. Bu konuya taktım çünkü "Türk Sineması'nın en yüksek bütçeli filmini çektim" diye ortaya çıkıyorlarsa bize pırıl pırıl bir film izletmeleri gerekir. Ve yine bu iddiadaki bir filmde görüntü atlaması olmaması gerekir. Ne yazık ki  2 kere bu sorun yaşandı. Örneğin birinde karakter (Sultan Mehmet'ti yanlış hatırlamıyorsam) öne doğru bakarken, hop! birden yana dönüverdi. Biz boynunu çevirdiğini falan görmedik:)) Bırak bu kadar iddialı olmayı, sıradan bir filmde bile bu hataların olmaması gerektiğini düşünüyorum. 
    Bunlar benim dikkatimi çeken teknik konulardı ve kesinlik taşıyan aksaklıklardı. Bunların dışında kalan hikaye, konunun işlenme tarzı, oyuncular, filmin karakterleri, müzik seçimi vb. konular seyredenlerin zevkine, dünya görüşüne, ilgisine, bilgisine bağlı olarak yorumlanır. O yüzden beğeniye bağlı konularda fazla derine inmemeli. Ucundan kıyısından değinecek olursam: Fatih Sultan Mehmet gibi bilime, sanata meraklı; çevresinden bilim adamlarını, din bilginlerini, sanatçıları ayırmayan; dahi sayılacak derecede zeki bir padişahın İstanbul'u fethetmesi büyük bir başarıdır. Arkasında zeka, planlama ve cesaret vardır. Filmde bu özelliklerin göz ardı edilip İstanbul'un Fethi'nin mistik durumlara dayandırılması haksızlık gibi geldi bana. Bu yorumu Fatih Sultan Mehmet hakkında çok okumuş biri olarak yapıyorum. Zaten en iyisi okumak. Okuduğun zaman kafanda canlanan bilgilerle kendi filmini kendin çekiyorsun:) 
    Devrim Evin başarılıydı bence. Ama Osmanlı padişahlarının karakteristik kemerli burnunu aramadım desem yalan olur:) Ulubatlı Hasan ve Justiniani'nin dövüş sahnesi çok güzeldi. Hasan'ın sancağı dikme sahnesi de aynı şekilde... Bence sakıncası yok (!) ama her ikisinin de vücudu çok ön plana çıkarılmıştı her nedense:) Bol bol kaslarını sergilediler. Lağımcılar da aynı şekilde... Tamam lağımcılar güçlü kuvvetli olmalıdırlar ama vücutları parlak parlak o kadar gözümüze sokulmuştu ki, oyuncu seçiminde herhangi bir fitness salonuna gidip "sen gel, sen gel" şeklinde seçim yapmışlar gibi geldi.
    Ya bir de söylemeden edemeyeceğim... Fatih Sultan Mehmet, Ayasofya'da bekleşen Bizanslılara hitap ettiğinde, Bizans halkı o kadar mutlu gösterilmeseydi keşke. İnandırıcılıktan çok uzak bir sahneydi. Kendilerine zarar gelmeyeceğini sultanın ağzından duyunca rahatlamış olabilirler ama neticede korkulu günler geçirmiş, açlık çekmiş, şehirlerini kaptırmış, yorulmuş insanlardı. 
      Filmin müziklerini ilk sahneden itibaren çok çok beğendim. Etkileyiciydi. 
    Aslında yazacak çok şey var ama "emeğe saygı" diyerek burada kesiyorum. Özen gösterilmiş, emek harcanmış. Orası kesin. Herkes gitsin, görsün. Madem ki bu film pek çok yönden Türk Sineması'nda bir ilk olarak nitelendiriliyor... O zaman desteklemek lazım. 

17 Şubat 2012 Cuma

BEN DE BLOGGER MIYIM ARKADAŞ?

    Dün gece Okan Bayülgen'in Muhabbet Kralı'nda blogger konukları vardı. Ben de kendi çapında bir blogger olarak baştan sona seyrettim programı. (Gerçi bu geceye özgü bir durum değil, her gece baştan sona seyrediyorum o ayrı.)  Kimler neler yapıyormuş bir bakayım istedim. Önce biraz bozuldum. Konukların blogları tematik olduğu için, yani belli konularda yoğunlaşıp yazdıkları için sanki serbest şekilde yazmak pek matah bir durum değilmiş gibi geldi:) Çünkü bu hatun kişiler, Okan'ın da belirttiği gibi "krema tabakasından" olup, bu işi artık meslek edinmiş, çok sayıda takipçiye sahip kimselerdi. Ben kendi çapımda oradan buradan, aklıma ne eserse yazdığım için kendimi pek bir pejmürde hissettim:) Hatta "hangi konuya yoğunlaşsam acep?" diye düşündüm bir ara. Ama sonraaaa! Programın anketinden nasıl bir sonuç çıktı? En çok tercih edilen bloglar serbest bloglarmış ve en çok okunan konular gündelik konularmış:) Çok sevindim. Hoş...O sonuç çıkmasa da tarzımı değiştirmezdim. Aklıma eseni canım istedikçe yazmaya devam edeceğim. Yazma duygusu güzel en başta. Okunması daha sonra geliyor.
    Yine lafı uzattım. Bu geceki programdan ayrıca şunu öğrendim. İnternet kullanıcıları uzun yazıları okumuyorlarmış:( Benimkiler birazcık uzun oluyor galiba. Bu konuda da "umarım sayfayı açan sonuna kadar okuyordur" diye temenni etmekten başka yapabileceğim bir şey yok. Dediğim gibi kafama göre takılıyorum. Bu işin güzelliği de burada aslında. Ticari kaygılara takılmadan, kopyala-yapıştır(!) yapmadan, güzel bir Türkçe kullanarak, yanlış bilgiler vermeden paylaşmak istediklerini içinden geldiği gibi yazmak... Yazdıklarımın, paylaştıklarımın sonsuza kadar bir yerlerde kayıtlı olduğunu ve bunların uygun bir makinayla bir anda görünür hale geldiğini bilmek çok enteresan bir duygu. Benim kullandığım şekilde bu bir sanal günlük. Kısacası ben yazıyorum arkadaş... İsteyen buyursun okusun... 



11 Şubat 2012 Cumartesi

YAŞASIN! GORALI BEYLİKDÜZÜ'NDE:)

    Goralı'ya bayılırım. Ama gerçek Goralı'ya... Yani çocukken Fındıkzade Kızılelma Caddesi'nde yer alan o küçük büfede tanıştığım meşhur Goralı'ya... Çocukken bazen annemle giderdik, bazen ailecek, bazen de komşularımızla... Bu yüzden... Lezzeti bir yana... O küçük dükkan bana çocukluğumu da hatırlatır. Fındıkzade civarında büyümüş olanlar ne demek istediğimi bilirler:) Mesela eşim... Çocukluğu Kocamustafa Paşa'da geçtiği için aynı mekana o da gitmiş defalarca. (Belki de yıllar yıllar önce orada gördük birbirimizi ilk kez:)) Tüm bu sebeplerden dolayı evlendikten sonra da fırsat buldukça aynı büfeye uğramayı ihmal etmedik. Hep aynı kişiler karşıladı bizi, hep tertemizdi, Goralı hep lezzetliydi... 
    Ama malum Beylikdüzü-Fındıkzade arası pek öyle kısa bir mesafe değil. "Keşke şubeleri de olsaydı" diye düşünürkeeeeeeen... Bir gün bir baktık... Bizim evin bulunduğu caddenin sonunda güzel bir dükkanın tepesinde "Goralı" yazıyor:) Aaaaa! Biz bu yazıyı tanıyoruz. "Acaba bu Goralı, o Goralı mı?" "Ama onlar şube açmıyorlar ki!" "Ama bak yanında 1945 yazıyor!" "Vallahi o!" şeklinde süren merak ve sevinç nidalarımızın sonrasında açılış gerçekleşti:) Karı koca pek bir sevindik:) Sözün kısası: meşhur Goralı artık Beylikdüzü'nde... Üstelik bizim eve çok çok yakın:) 
    Tabi açılır açılmaz ziyaretimizi gerçekleştirdik, sohbetimizi yaptık:) Fındıkzade'deki ilk şubenin fazla değişiklik yapma şansı yok. Ama Beylikdüzü-Goralı çok güzel bir Kafe-Restoran olmuş. Tertemiz, pırıl pırıl... Çok da özenli... Çalışanlar çok kibar. Dışarıya servisleri de var. Her ürünün ayrı ayrı paketlenip üzerlerinin etiketlenmesi, sonra onların tekrar şık kutulara konması; logolu poşetler, mendiller vb. materyallerin özenle seçilmiş olması çok hoşuma gitti. Ben seviyorum böyle ayrıntıları... Yani biz mutluyuz (aynı zamanda oburuz galiba), Beylikdüzü ve civarında ikamet eden eski Fındıkzadeliler'e haber vereyim istedim. Bu da böyle bir yeme-içme yazısı olmuş oldu:)


Hamiş: Denemeyenler için söylemeliyim ki başka yerlerde yediğiniz Goralı'nın benim bahsettiğim ile hiç alakası yok. Köftesi, püresi kendine özel. Goralı sandviçin icadı da, ismi de Goralı Ailesi'ne ait. Kosova'nın Gora Bölgesi'nden gelen aile ilk dükkanı 1945 yılında Ankara'da açmış. Fındıkzade'deki dükkan ise 1961 yılında açılmış. Hala aynı aile tarafından işletilmekte.   

Hamiş: Bugün 10.Eylül.2015. Yazıya eklemek isterim, ne yazık ki bu Goralıcı kapandı. Olmadı, Fındıkzade'deki kaliteyi tutturamadılar:(









8 Şubat 2012 Çarşamba

CEM KARACA - TAMİRCİ ÇIRAĞI


   Geçen hafta 1 Şubat günü Barış Manço'nun ölüm yıl dönümüydü. Bugün 8 Şubat... Cem Karaca'nın ölüm yıl dönümü. Her ikisi de nur içinde yatsın. Bizim yaşımızdakiler için bir dönemi simgeliyor bu isimler. Bu büyük sanatçıların isimlerini duyunca, şarkılarını dinleyince çocukluğum, gençliğim geliyor aklıma. Bazen hüzünleniyorum... Bazen de çok mutlu hissediyorum kendimi. 
    Bugün Cem Karaca'yı anarak bir kez daha Tamirci Çırağı'nı dinledim. Tamirci Çırağı... En sevdiğim Cem Karaca şarkısı... Nasıl duygulu, nasıl etkileyici bir şarkıdır o... Sınıflara bölünmüşlüğü, aşkı ve çaresizliği ne kadar güzel anlatır. Hiç bıkmadan dinlediğim şarkılardan biridir. En sonunda "işçisin sen, işçi kaaaaaal!" diye bağıra bağıra eşlik ederim. İçimi titretir.
     İşte tam şu anda... 
     "Ustam geldi sırtıma vurdu, unut dedi romanları,
     İşçisin sen işçi kal, giy dedi tulumları" diyerek... İnsana dair tüm duyguları bize hissettirmeyi başaran, anılarımızla bağdaştırabileceğimiz sanatçıların hayatımızda her zaman var olmasını dileyerek... Bu güzel şarkıyı paylaşmak istedim.