30 Haziran 2012 Cumartesi

NİLGÜN - İKİ TÜRK'ÜN ÖLÜMÜ...

    Çok etkilendiğim bir kitabı bitirdim bu akşam. Dün başlamıştım okumaya. Elimden bırakamadım. Bu kitap sayesinde şimdi aramızda olmayan çok özel bir insanı tanıma fırsatını buldum. Bir de yine aramızda olmayan çok çok değerli bir insanı bir kez daha saygıyla andım.  Prof.Ahmet Taner Kışlalı ve sevgili eşi Nilgün Kışlalı'dan bahsediyorum. İzmir milletvekilliği yapmış, Ecevit hükümetinin Kültür Bakanı olmuş, akademisyen kimliğiyle birçok öğrenci yetiştirmiş, Cumhuriyet Gazetesi yazarıyken karanlık eller tarafından katledilmiş Ahmet Taner Kışlalı ve onun savunduğu değerler hakkında uzun uzun konuşabilirim. Ancak burada, şu anda bizzat onu yazmayacağım. Kışlalı ailesini tanıtan güzel bir kitaptan bahsedeceğim. 
"NİLGÜN- İKİ TÜRK'ÜN ÖLÜMÜ"

   
    Kitabı Ahmet Taner Kışlalı'nın damadı gazeteci Sıtkı Uluç yazmış. Kitabın ilk yarısını Nilgün'e ayırmış. Doğduğundaki adı ile Nicole'e... Bir kadın düşünün. Aslen Fransız. Zor bir çocukluk geçiriyor (hatta annesini ölümünden kısa bir süre önce buluyor). Fransa'da doktora yapan bir Türk genciyle tanışıyor. "Hayatımın erkeğini buldum" diye düşünüyor ve evleniyorlar. Nicole hayat dolu... Güzel ve sevecen... Cıvıl cıvıl...  Kendini kısa zamanda Kışlalı ailesine sevdiriyor. İki çocukları oluyor. Altınay ve Dolunay... Çocuklarını Türk kültürüne uygun olarak yetiştiriyor. Ve kimsenin baskısı olmadan tamamen kendi isteğiyle Müslümanlığı seçiyor, Nilgün ismini alıyor. Ramazan'da orucunu tutuyor, kurban kestirip elleriyle fakirlere dağıtıyor. Ankara Belediyesi Protokol Müdürlüğü başta olmak üzere çeşitli işlerde çalışıyor. Hem çalışıp, hem çocuklarını yetiştirdiği halde öğle saatlerinde hastanelerde kanserli hastaları ziyaret ediyor, umut veriyor onlara. Eşinin en büyük destekçisi oluyor. Mükemmel davetler, sofralar hazırlıyor. Bakan eşiyken bile mütevazılığından ödün vermeyen bu güzel insan, komşularının şaşkın bakışları altında oturdukları apartmanın merdivenlerini siliyor tek başına. Çok arkadaşı oluyor. Çok seviliyor. Tam bir Türk sayıyor kendisini. Yabancılara karşı Türkleri ve Türkiye'yi savunuyor her daim. Bunca uğraşının arasında hep güzel, hep şık, hep bakımlı ve hep güler yüzlü görüyorlar kendisini. Kahkahalarıyla tanınıyor. Ve beni en çok etkileyen özelliği... Eşinin öldürülmesinden korktuğu için o binmeden önce eşinin kullandığı arabanın içini, altını arıyor bomba var mıdır? diye. Bazen de motoru kendisi çalıştırıyor ki herhangi bir şey olursa eşine zarar gelmesin... :(  Bu güzel insan 1995 yılında trafik kazasında hayatını kaybediyor. Hiçbir uyarı yapılmadan düz yola dökülen mıcır yüzünden... Cinayet gibi bir kazada hayatını kaybediyor. Gözünden sakındığı, her zaman destek olduğu sevgili eşi de ondan 4 sene sonra hepimizin bildiği şekilde öldürülüyor:( 
    Kitabın 2.bölümü de Prof.Ahmet Taner Kışlalı'ya ayrılmış. Hayatı, ölümü ve ölümünün ardından yazılanlara, söylenenlere yer verilmiş. Kitabı şiddetle tavsiye ediyorum. Ahmet Taner Kışlalı'yı bir kez daha rahmetle andım. Güzel eşine, çocuklarına, Kışlalı ailesine hayran oldum. Böylesi sevgi dolu, aydın, uygar, insanı insan olduğu için seven, bilgili, görgülü insanlara ne kadar ihtiyacımız olduğunu bir kez daha anladım.
    Ben daha fazla konuşmuyorum ve son sözü Prof.Ahmet Taner Kışlalı'ya bırakıyorum. İşte sevgili eşinin ölümünden sonra yazdığı "BİR TÜRK'ÜN ÖLÜMÜ" başlıklı yazısı...
"Tanıdığımda adı Nicole'dü.
Sevgisi uğruna, doğduğu toprakları, ailesini, alışkanlıklarını, sınırsız dostlarını bırakıp Türkiye'ye geldiğinde de adını değiştirmemişti. 25 yıllık geçmişi ile köprüleri atmış, ama adını ve dinini korumuştu...
Kışlalı soyadını alışının ikinci yılındaydı... Altınay'a hamileliğinin de son aylarında... Gözlerinden taşan bir mutlulukla kapıda karşılamıştı beni:
"Hem Türk, hem Müslüman olmak istiyorum... Ben Tanrı'ya inanırım. Senin Tanrın ile benimki farklı değil ki! Çocuklarımız iki toplum arasında kalmamalı. Ben de her şeyi seninle, onlarla ve bu toprakların insanlarıyla paylaşabilmeliyim."
Meğer yakın arkadaşlarımla birlikte müftüye gidip konuşmuş. İsmini bile seçmiş.Ama sabredememiş "sürpriz"inin sonuna kadar...
O gece Kelime-i Şahadet'i sabırla ezberledi.
Heyecandan uyuyamadı. Ertesi sabah müftünün yanından çıkarken, elinde artık elinde artık "Nilgün Kışlalı" olduğunu kanıtlayan bir belge vardı.
Ankara Müftülüğü'nün mühürlü kağıdını anne ve babama göstermek için merdivenleri ikişer ikişer atlayarak çıkarken çok mutluydu. Çünkü bunun onlar için taşıdığı anlamı biliyordu.
Annemle babam ağlarken, O da gözyaşları içindeydi.
Her zaman çalıştı. Sekreterlik yaptı. Mağaza yönetti. Halkla ilişkiler sorumluluğu taşıdı. Protokol danışmanlığı üstlendi... Hem evde çalıştı, hem dışarda.
Yaptığı iş ne olursa olsun, çalışmaktan hep onur duydu... Her yaptığı işe yüreğini verdi. Hep başarılı oldu...
Kocası bakanken, 86 metrekarelik sosyal meskenin bulunduğu binanın merdivenlerini sabunlu sularla silerdi...
Komşular hayretler içindeydi. Ama O bundan değil, ancak, gelen yabancı konukların Türklerin temizliği ile ilgili düşüncelerinden utanırdı.
Bütün insanları severdi. Ama O, artık "biz Türkler"den biriydi; "onlar"dan değil...
Ulusal günlerde pencereye bayrak asar; Altınay ile Dolunay'a, büyük bir heyecanla Atatürk'ün büyüklüğünü anlatmaya çalışırdı.
Dinsel geleneklere uymak için çaba gösterirdi.
Sorunu olduğunda, içi sıkıldığında Hacıbayram'a gider dua ederdi. Türkçe olarak, içinden geldiği gibi...
Ama benzer bir gereksinmeyi yurt dışında da duyduğunda, aynı rahatlık ve gönül huzuru ile güzel bir kiliseye gidip mum dikmekten de çekinmezdi... Ve duasını gene kendine göre yapardı. Çoğunlukla da Türkçe olarak.
Onun için din, inanç ve iyilik demekti.
Oruç tutar, kurban keser, herkesin yardımına koşardı.
Bir yurt dışı resmi gezi dönüşümde, her zamanki gibi uçağın merdivenlerinin ucundaydı. Güneş gözlülkleriyle saklanmaya çalışılan kızarmış, şişkin gözler. Dudaklarında zorlama bir gülümseme...
"Ahmet boşanalım" dedi. "Benim yüzümden senin siyasal kariyerini yıkacaklar!"
Meğer sağcı basın yokluğumda bir kampanya başlatmış.
"Kültür Bakanı'nın Hıristiyan karısı" neler yapmış neler... Koca bakanlığı Hıristiyanlık için kullanan O... Hatta müzelerdeki ikonaları çaldırtıp yurt dışına kaçırtan da O...
Evinde yabancı bir kültüre "teslim olmuş" bir Kültür Bakanı.
Sekiz sütun "haberler"... Ve zihnimden silinmeyen köşe yazılarından örnekler... "İkonalar ve Kokonalar", "Madam Kislali", daha niceleri...
Nilgün, bana saldırmak için niçin kendisini kullanmaya çalıştıklarını bir türlü anlayamıyordu... Türk ve Müslüman doğmuş olmak, bunları kendi istenci ile benimsemiş olmaktan daha mı önemliydi?
Sevgi doluydu.
Çiçekleri, ağaçları, kelebekleri severdi... Kuşları, köpekleri, kedileri severdi... Çocukları, yaşlıları severdi...
Tanrı'yı severdi, Atatürk'ü severdi...
"İnsan"ı severdi.
Bir hastanedeki umutsuz hastaları her gün ziyaret etmeyi; onları neşelendirmeyi, onlara umut dağıtmayı; paylaştığı acıları içine gömüp, gözyaşlarını eve saklamayı severdi.
Bakanlarla, büyükelçilerle, generallerle, çok ünlü yazarlarla, bilim adamları ile de arkadaştı... Kapıcılarla, bekçilerle, çaycılarla, şoförlerle, işçilerle, koruma polisleri ile de arkadaştı.
O bir "insan"dı.
28 yılını benimle paylaştığı için çok mutlu olduğum, kendimi şanslı saydığım, kendisiyle övündüğüm bir insan.
Piaf'ı ve Pavarotti'yi de beğenirdi, Sezen'i ve Gürses'i de...
Dev tenorun olağanüstü sesini, araba dağlardan geçerken, çok yüksek tonda dinlemekten hoşlanırdı.
Ölüme yaklaştığımız dakikalarda ise, kasetçalardan süzülüp içimizde bir şeyleri titreten müziğin sözleri kulaklarımdan bir türlü gitmiyor:
"Yine mevsimler geçecek/ Yine yapraklar düşecek/ Giden sevgililer geri gelmeyecek..."


Nedense bana hiç söylememişti.
Türk bayrağı ile gömülmek istediğini ilk kez dostum Şahin Mengü'ye açmış. O "olamayacağını" ne kadar anlatmaya çalışsa da vazgeçmemiş. Başka dostlara da bu "rica"sını iletmiş...
Sevgili Mehmet Açıktan, tabutun bir kenarına bayrak eklemeyi başarmıştı... Nilgün toprağa verilirken, Altınay ile Dolunay, bir bayrağı da kefenin üzerine koymayı başardılar...
Fransız ana-babanın Bordolu Türk kızı şimdi Ankara'da yatıyor.
Ve de benim kalbimde..."

27 Haziran 2012 Çarşamba

MURAT BOZ KONSERİNDE...

    Pazartesi akşamı Kuruçeşme Arena'da Murat Boz'un konserindeydik. 8 yaşındaki yeğenim kendisinin hastasıdır. Onun isteğiyle gittik kız kıza. Anne, kız ve ben, yani teyze... Ne yaparsın? Biz bir zamanlar küçük kızlar olarak Erol Evgin hayranıydık, şimdi ki kızlar Murat Boz hayranı :) 

    Konser iyiydi, güzeldi. Çok eğlendim açıkçası. Şarkıların çoğunu bilmediğim için sözel olarak katılamasam da, dayanamayıp bol bol dans ettim:)
    
    Ama konu bu değil. Konu bizim insanımızın nerede nasıl davranacağını bilemiyor olması. Konserde arka sıramızda oturan grup beni inanılmaz rahatsız etti. Bir kaç geçkince kız, onların yanında sarmaş dolaş oturan bir çift ve tüm bu insanların arkasında yine onların arkadaşları olan birkaç erkekten oluşan bir gruptu bu. Tüm konser boyunca erkekler dalga geçtiler. Kızlar da onlara uymaya çalıştılar. Erkek arkadaşları "Muraaaat" diye bağırıp güya hayran kız taklidi yapınca bunlar kahkaha atıp durdular. Sarmaş dolaş olan çift ise pozisyonlarını bozmayıp sağı solu seyrettiler ve gördükleri çok komik gelmiş olacak ki devamlı güldüler. Ne alkış ne başka bir şey. Şöyle bir görüntüleri vardı. Kızlar aslında Murat Boz'un konserine gelmek istemişler fakat bu isteği tam olarak dillendirememişler. Çünkü onlar Murat Boz dinlemezler(!) Çünkü onlar opera festivaline biletleri olan, tüm günlerini klasik müzik dinleyerek geçiren kızlar imajı yaratmışlar. Bir tanesi Murat Boz'un konseri olduğunu laf arasında söyleyivermiş. "Hadi gidelim mi, gidelim" olmuşlar. Değişiklik olurmuş. Belki de aynı iş yerinden olan erkek arkadaşlarını da ikna etmişler. Erkekler gayet gönülsüz bir şekilde, kızlarla dalga geçe geçe kabul etmişler. Bir şekilde gelmişler oturmuşlar. Aslında kızların gönüllü geldikleri ve eğlenmek istedikleri o kadar belliydi ki. Ama üçü birbirini gazlaya gazlaya neredeyse tüm geceyi Murat Boz'u ve eğlenen seyircileri eleştirerek, saçma sapan espriler yaparak geçirdiler. İnanılmaz kastılar kendilerini. Kendilerini koyverseler, eğlenmelerine bakacak olsalar arka sıradaki erkek arkadaşlarının alayları rahat bırakmayacaktı onları.  Ben "Ya sabır!" diyerek tuttum kendimi. Ters ters bakmakla yetindim. O ara sustular. Duymamaya çalışarak kendi işime baktım. Kardeşim zaten dünyadan bihaberdir, benim gibi takıntılı değildir. "Aman boş ver!" dediği için, yeğenimin de keyfinin kaçmaması adına onlarla herhangi bir polemiğe girmekten kaçındım. 
    Ama ne oldu? En sonunda... Son şarkı söylenirken... Herkes ayakta dans ederken... Kızlar dayanamayıp tempo tutmaya başladılar. Erkekler de çenelerini kapattılar. Bütün gece kendini kastın da ne oldu? Sen buraya gelirken yerli bir pop şarkıcısının konserine geldiğini bilmiyor muydun? Madem dinlemeyeceksin niye para verdin? (Para verdiklerine eminim çünkü duydum.) Abuk subuk hareketlerinle çevrendekileri rahatsız edebileceğini düşünmüyor musun? 
    Bu tip insanlar nerede nasıl davranacaklarını bilemeyen, toplum içinde yaşadıklarını idrak edememiş insanlar. Bugün bir arkadaşın blogunda okudum. O da yazısının bir yerinde klasik müzik konserinde oflayıp puflayanlardan bahsetmiş. Al! Aynı şey! Ben senin oflamanı dinlemek zorunda mıyım? Nerede bulunduğunun farkında mısın? 
    Aslında farkındalar tabii ki. Ama terbiyesizler. Sadece kendilerini düşünüyorlar. Çevrelerindeki insanlar umurlarında değil. Görgü kurallarından bihaberler. Ve kıskançlar... Sahnedeki insan başarılı olmuş, birileri tarafından seviliyor ya, onunla dalga geçmek lazım o zaman. Acımasızca eleştirmek lazım. Ve kendilerini olduklarından farklı gösteriyorlar. Herkes entelektüel, herkesin her konuda fikri var, herkesin üzerinden kalite akıyor, herkes çok okuyor, herkes belgesel seyrediyor, tiyatrolar hep kapalı gişe, Recep İvedik değil de Nuri Bilge Ceylan'ın filmi "Bir Zamanlar Anadolu'da" kırdı gişe rekorlarını, herkesin çocuğu Fen Liselerine layık, hepsi doktor olacak,mühendis olacak zaten. 
    Biz ne ara bu kadar görgüsüz olduk acaba? Nerede nasıl davranacağımızı ne zaman unuttuk? 
    Tamam! Kabul ediyorum, ben de normal değilim. Çevremde olup bitene fazla takıyorum kafamı.  İkiyüzlülükten hiç hoşlanmıyorum. Herkesin kendini farklı gösterme çabasından, samimiyetsizlikten hoşlanmıyorum... Durmadan birilerini eleştirenlerden hoşlanmıyorum. Hani bir de gerekli eleştiriler yapılsa canım gam yemeyecek. Sadece insan davranışlarına, yaşayışlarına, parasına puluna odaklanmışız. Memlekette olup biteni eleştirmeye gelince tık yok. Ve bir de saygısızlıktan, görgüsüzlükten hoşlanmıyorum. Topluluk içinde yaşamanın getirdiği bazı kurallara uyulması gerektiğine inanıyorum. Çok şey mi istiyorum?
   

25 Haziran 2012 Pazartesi

DOSTLUK... SEN YANI BAŞIMIZDA KALIRSIN...

    Bugünlerde nasıl denk geldiyse hayatımın farklı farklı dönemlerinde bana yol arkadaşlığı etmiş birçok dostumla görüşme fırsatım oldu. 
Son  iki haftam dost sohbetleriyle geçti. 
Çocukluk arkadaşım, ilkokul arkadaşlarım, bir zamanlar aynı iş yerini paylaşmış olduğum dostlarım, üniversiteden arkadaşlarım, oğlumun vesilesiyle tanışmış olduğum yeni dostlarım... 
Kimiyle dertleştik, hüzünlendik... 
Kimiyle keyifli muhabbetlere girdik, bol bol kahkaha attık...
Kimiyle geçmişi yad ettik, çocukken ve hatta gençken her şeye rağmen ne kadar mutlu olduğumuzdan bahsettik... 
Kimiyle geleceğe dönük planlarımızı, fikirlerimizi, umutlarımızı paylaştık... 

Resim yazısı ekle

    Bunların hepsi bugünlerde oldu. 
Hepsini dostlarımla yaşadım. 
Ayrı ayrı buluşmuştum, farklı yerlerde farklı zamanlarda görüşmüştüm hepsiyle ancak hissettiğim özünde hep aynıydı.
Çocukluğumdan başlayarak hayatımın çeşitli dönemlerinde benim yanımda oldukları için "minnet", her zaman yanımda olacaklarını bildiğim için "güven", "neşe", "keyif" ve hatta insan olmanın gerek şartı olan "hüzün"
Bu duyguların hepsini arkadaşlarımla yaşadım, yaşıyorum, yaşayacağım... 
Bir de bu arkadaşları muhakkak buluşturacağım:) 
Öyle bir hayalim var. 
Eşimle de paylaşıyorum arada sırada ki o da sıcak baktı bu fikre:) 
Mesela önümüzdeki evlilik yıldönümümüzde uygun bir mekanda bir parti versek diyorum. 
Hem kendi kendimizi kutlasak, hem de eski yeni tüm arkadaşları toplasak:) 
"Hep bahsettiğim falan arkadaş işte bu" diyerek filan  arkadaşla tanıştırsam. 
Eğlensek, coşsak! 
Büyükler ve kardeş hariç akrabalar olmayacak ama:)
Arkadaşlarla olacak. 
Eski ve yeni tüm arkadaşlarla... 
Ay ne güzel olur! :) 
Planlarım arasında kesinlikle var. İnşallah gerçekleştiririz. 

    
Şahsi hayallerime ara verip sözü toparlayacak olursak... 
İyi ki varsınız diyorum dostlar! 
Ve tam da bu aşamada sizlere Nazım'ın güzel dizelerini yolluyorum!



Biz haber etmeden haberimizi alırsın,
Yedi yıllık yoldan kuş kanadıyla gelirsin,

Gözümün dilinden anlar,
Elimizin sırrını bilirsin.

Namuslu bir kitap gibi güler,
Alnımızın terini silersin.

O gider, bu gider, şu gider,
Dostluk... Sen yanı başımızda kalırsın.





Hamiş: Fotoğraf, Orhun'un sınıfça yaptığı Çanakkale gezisinden. Neşeleri çok hoşuma gitti, çok beğeniyorum bu fotoğrafı:)

19 Haziran 2012 Salı

Brunelleschi'den Shakespeare'e... Şişman Marangozun Hikayesi...

    En son "Brunelleschi'nin Kubbesi" isimli kitabı okudum. Yazarı Ross King... Kitap, Floransa'daki Santa Maria del Fiore Katedrali'nin yapılış hikayesini anlatıyor. Özellikle de mimar Filippo Brunelleschi'yi ve onun yapmış olduğu kubbenin hikayesini. 

    Floransa'nın merkezinde yer alan Santa Maria del Fiore Katedrali işte şu. (Floransa'ya gitmiş olanlar bilir. Ben henüz göremedim.)

Fotoğraf: Google

    Katedralin yapımına 1296'da başlanıyor. Fakat aradan 100 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen, devasa büyüklüğü nedeniyle kubbesi bir türlü tamamlanamıyor. İşte tam bu noktada Filippo Brunelleschi giriyor devreye. Katedralin devasa kubbesini -mucizevi sayılacak şekilde- ahşap kemer kalıbı kullanmadan, kendi mekanik buluşlarını kullanarak tamamlıyor. Çünkü o bir Rönesans adamı... Kitabın kapağında yazdığı gibi "İtalyan hümanist düşünürlerin özgün icatlara yönelik doğal yeteneği ifade etmek için türettiği İNGEGNO, yani DEHA sıfatına layık görülen tarihteki ilk mimar, hatta ilk sanatçı."

    İşte dahimiz bu... Filippo Brunelleschi...


Eser Buggiano'ya ait. Bu büst katedralde kapı girişinde yer alıyor.

    Kitapta Brunelleschi'nin yaşamına ve sanatına dair çok hoş bilgiler var. Ayrı bir yazı konusu olacak kadar ilginç bir adam. Yaşantısına dair hikayelerden bir tanesi özellikle ilgimi çekti ve paylaşmak istedim. Bütün bu girizgah bunun içindi yani:) 

    Filippo, mimarlığının yanı sıra taklit yapma becerisi, hilekarlıkları, şakaları ve oyunculuk eğilimiyle de tanınırmış. En ünlü şakası, usta marangoz Manetto di Jacopo'ya yaptığı şaka olmuş. Öyle ki bu şaka daha sonra "Şişman Marangozun Hikayesi" olarak anılmış. 
    1409 yılında Filippo'nun kurbanı olan marangoz Manetto, "Il Grasso", yani "Şişman Adam" ismiyle tanınıyormuş. Varlıklı ve iyi huylu bir adammış. Bir gün bir arkadaş toplantısını kaçırdığı için Filippo'nun öfkesini çekme bahtsızlığına uğramış. "Göze göz" yaklaşımından hiç bir zaman vazgeçmeyen ve bu davranışı hakaret sayan Filippo, öcünü almak için birçok insanı organize etmiş. Amaç, Manetto'yu bir değişim geçirdiğine ve tanınmış bir Floransalı olan Matteo'ya dönüştüğüne inandırmakmış. Bir akşam Filippo gizlice marangozun evine gitmiş. Manetto işten geldiğinde kapıyı açamamasını sağlamış ve içeriden marangozun sesini taklit ederek konuşmuş. Taklit konusunda çok yetenekliymiş. Manetto şaşkınlıkla dükkanına geri dönerken yolda herkes onu "Matteo" diye selamlamış. Ki bunlardan biri de meşhur Donatello:) Az sonra bir icra memuru marangozu bir borç yüzünden tutuklamış ve cezaevine kaydını Matteo olarak yapmış. Tembihli mahkumlar bile Manetto'ya Matteo diyorlarmış:) Zavallı marangoz cezaevinde bütün gece neler olup bittiğini düşünmüş. Sabah olunca iki adam gelip kefaletini ödemişler ve kendisini cezaevinden çıkarmışlar. Bu iki adam güya onun, yani Matteo'nun kardeşleriymiş. Yolda "neden hovardalık yapıyorsun? neden kumar oynuyorsun?" diyerek bol bol sitem etmişler marangoza:) Ve onu farklı bir eve götürmüşler. Tabii Matteo'nun evine. Adamcağız "ben Manetto'yum, Matteo değilim" deyip durmaktaymış ama nafile... Akşama doğru gerçekten değişim geçirdiğine, başkası olduğuna inanmaya başlamış:) Bu sırada marangoza verdikleri içki onu iyice uyutmuş ve o sırada kendisini alıp gerçek evine götürmüşler. Yatağa ters yatırıp, eşyaların yerlerini değiştirmişler. Sabah uyandığında iyice şaşırmış tabi adamcağız. Bir de üstüne akşam kendilerini Matteo'nun kardeşleri olarak tanıtan iki adam gelmişler bunun evine. Bu sefer ona gerçek adıyla, yani Manetto şeklinde hitap etmişler ve "Kardeşimiz Matteo, dün akşam başka birinin, yani senin yerine geçtiğini söyledi bize" demişler. Manetto "demek onun için evimin eşyalarını değiştirmiş" diye düşünüp, gerçekten bir geceliğine Matteo ile yer değiştirdiğine inanmış. Zavallı adamcağız bu olay açığa çıktıktan sonra küçük düştüğünü ve hatta aklının karışmış olduğunu düşünerek Floransa'dan Macaristan'a taşınmış. Orada mesleğini sürdürmüş. Allah'tan orada daha büyük bir servet sahibi olmuş.  
Daha bitmedi! Bu olayın asıl ilginç yanı Shakespeare'in "Bir Yaz Gecesi Rüyası" isimli oyununa ilham kaynağı olması. "Şişman Marangozun Hikayesi", Brunelleschi'nin biyografisini yazan Antonio Manetti tarafından aktarılmış önce. Daha sonra "zalim ve aşağılayıcı bir hile" (beffa) örneği olarak bu oyun Boccaccio eliyle kaleme alınmış. En sonunda Shakespeare'in Bir Yaz Gecesi Rüyası'nda, içine birçok karakter soktuğu karmaşık rüya alemine ilham kaynağı olmuş. Neredeeen nereye!:)
    Floransa'ya gittiğinizde... Katedralin o kocamaaan kubbesine baktığınızda... Brunelleschi'yi, Marangozu, Shakespeare'i ve beni hatırlayın şekerler:) 



18 Haziran 2012 Pazartesi

TAKINTIM VAR MI?... YOK MU?... VAR MI?...

    Sevgili deeptone mimlemiş beni. Beni ve birçok kişiyi:) Bir önceki mimi yanıtlamaya fırsat bulamamıştım. Kendimi affettirmek için bunu hemen yanıtlıyorum. Ama uyarayım keyifli bir yazı olmayabilir.:) Şöyle ki..

    Mim: Buyur buradan tanı...
Takıntıların var mı? Yoksa "kim takar takıntıları, sallamışım dünyayı" modunda mı yaşarsın hayatı?

    "Keyifsiz bir yazı olabilir" dememin sebebi, burada ballandıra ballandıra anlatacak takıntılarımın olmayışıdır:) Var ufak tefek arızalarım ama çok şükür takıntı boyutunda değil. Benim de her kadın gibi dışarı çıkıp kapıyı kilitlediğim halde "acaba ütünün fişini çekmiş miydim?" diye eve geri dönmüşlüğüm oldu birkaç kere:) Ama bence buna takıntı denemez. Peki benim niye takıntım yok? Çünkü takmamaya çalışıyorum. Aslında rahatlıkla takılacak bir insan olduğumu biliyorum ve takıntı sahibi olmamak için kendimi zorluyorum resmen. Eğer bir harekete takılacak gibi olduğumu hissedersem hemen uyarıyorum kendimi ve vazgeçiyorum. Çok ciddiyim:) Vallahi obsesif olarak anılmaya hiç niyetim yok. 

 
     Ama şimdi bir dakika! Bak aklıma ne geldi durup dururken! Acaba takıntılı olmamaya takıntılı olabilir miyim?:) Bırak kendimi, oğlumun da takıntılı olmasını istemem ve en ufak şeyi kafaya takabilirim. Mesela birkaç sene önce oğluma gazeteden bir haber okuma gafletinde bulunmuştum. Haberde ellerin 20 sn. süreyle sabunlanmadıkça temizlenemeyeceği yazıyordu. Oğlum bunu kafaya takmıştı ve ellerini yıkarken saymaya başlamıştı. 20'ye kadar sayıyordu ve "ya temizlenmediyse" diye düşünüp bir 20 sn. daha sayıyordu. Ben tabii panik oldum ve hemen doktora götürdüm. Doktor "geçer, çok akıllı bir çocuğunuz var" dedi:))) Hakikaten geçti. Doktor haklıymış:))))) Çok şükür şimdi hiç bir takıntısı yok ama çok korkmuştum.                Evet ya!!! Ben takıntılı olma korkusuna takıntılıyım galiba!!! Bu mimi hazırlayan dostlar... Kendime dair bir gerçeğin farkına varmama sebep oldunuz gece gece:)       Ne olacak şimdi? Hadi bakalım!!!
 "Tamam Sezer! Sakin ol! Sakin! Sen takıntılı değilsin! Sen şahane bir insansın! Aklın fikrin yerinde! Mükemmelsin! Takıntılı değilsin! Takıntılı değilsin! Takıntılı değilsin!"




(Not:Sevgili deeptone, "içindeki ses" mimine yanıt verememiştim ya. Ona da sayabilirsin sanki :))))

 

    

13 Haziran 2012 Çarşamba

KOKOLOJİ

    Kokoloji'yi biliyor musunuz? Kokoloji, Japon psikoloji profesörü Isamu Saito ve Tadahiko Nagao tarafından geliştirilen, temel psikolojik gerçeklere dayanarak hazırlanmış bir tür kendini keşfetme oyunu. Bu iki isim tarafından hazırlanmış sorulara, dürüstçe aklınıza gelen ilk cevabı veriyorsunuz. Ve şaşırtıcı bir biçimde, vermiş olduğunuz cevapların tam da sizi anlattığına tanık oluyorsunuz. Ben oldum... 'O' Kitaplar'dan çıkmış Kokoloji kitabının tüm testlerini uyguladım. İnanılmaz sonuçlarla karşılaştım. Beni çok etkileyen bir tanesini paylaşmak istiyorum. Siz de cevaplayın bakalım ne olacak? Benim verdiğim cevaplardan bir tanesi beni çok etkilemişti. En sonunda o cevabımı paylaşacağım. Şimdi... Kitapta yazdığı gibi aklınıza ilk geleni söyleyin, kendinize karşı dürüst olun. Açık fikirli olun. Hadi bakalım!



   
 "Doğanın bizi kendisine çeken bir gücü vardır. Hepimiz doğanın çocuklarıyız, onun kollarına doğduk ve bizlere cömertçe sundukları ile yaşıyoruz. Teknolojide ne harikalar yaratılırsa yaratılsın ancak doğaya döndüğümzde gerçekten yaşamla dolarız. Tıp bilimi istediği kadar ilerlesin, en iyi ilaç doğanın kendi iyileştirme gücü olarak kalacaktır.
    Şimdiki yolculuğumuz o yeşil dünyaya geri dönmek olacak. Hangi dekor kendi doğal halinizi keşfetmek için daha uygundur?
    1- Çok nadir bir taşı bulmak için bir dağa tırmanmak üzere yola çıkıyorsunuz. Dağın eteklerinde durduğunuzda dağ hakkında neler düşünüyorsunuz?
    2- Zorlu bir arayıştan sonra taşı hala bulamadınız ve şimdi de güneş battı. Ne yapacaksınız?
    3- Sonunda aradığınız taşı buldunuz. Ne tür bir taş? Boyunu, ağırlığını ve değerini tanımlayın.
    4- Artık dağdan inme ve evinize dönme zamanı. Dağla vedalaşmak için ona ne söylersiniz ve dağın cevabı ne olur?"

    Cevapladınız mı? Şimdi cevaplarınız ne tür anlamlar taşıyormuş kontrol edelim bakalım.


    "Önünüzde yükselen dağ, babanızı ya da hayatınızdaki bir baba figürünü temsil eder. Psikoloji terminolojisinde "bilge yaşlı adam" örneğinin tezahürüdür. Aramakta olduğunuz taş, yetişkin bağımsızlığınızı kazanmak için yaptığınız yolculukta kendinizde keşfetmeniz gereken yetenek ve güçleri sembolize eder.
    1- Dağ hakkındaki düşünceniz babanızın gözünüzde nasıl biri olduğunu gösterir. Zor ve bağışlamaz mıydı? Yumuşak başlı ve kolayca fethedilebilir miydi? Yoksa vardığınızda sizi karşılayacak ve arayışınızda sizi cesaretlendirecek olağanüstü bir zirve mi hayal ettiniz?
    2- Aramakta olduğunuz taş, henüz ortaya çıkmamış bir yeteneğinizi ya da gücünüzü temsil eder. Bu soruya verdiğiniz cevap, bu ortaya çıkmamış potansiyelin farkına varıp varamayacağınızı gösterir.
    Her ne pahasına olursa olsun taşı aramaya devam edeceklerini söyleyenler aynı kararlılık ve inatçılığı, çabaları meyve vermediği zamanlarda da sürdürürler. 
    O günlük araştırmaya son vereceklerini ama tekrar geleceklerini söyleyenler, hızlarını ayarlayıp çabalarını uzun bir zaman dilimine yayanlardır. Bu grupta geç açılacak birçok kişi vardır.
    Taşı aramaktan tamamen vazgeçenler, hiçbir zaman potansiyellerini sonuna kadar kullanamayacak olanlardır.
    3- Taşı tanımlayan sözcükleriniz kendi değeriniz hakkında hissettiklerinizdir. Ne büyüklükte ve ne ağırlıktaydı ve değerinin ne kadar olduğunu düşünüyorsunuz?
    "Vallahi 20 dolar civarında bir şeydi!" bu pek de yeterli bir tahmin değil, değil mi?
    "Milyonlarca dolar değerinde, kocaman bir pırlantaymış meğerse!" Bir dakika! Kendimizi bu kadar da övmeye gerek yok.
    4- Dağ ile vedalaşırken söyledikleriniz babanıza daima söylemek istediğiniz ama söyleyemediğiniz şeylerdir. Dağın verdiği cevap ise babanızın size karşı olan duygularıdır.
    Siz: "Her şey için teşekkürler"
    Dağ: "Kendine iyi bak"
    Böyle bir konuşma mıydı?

    Yoksa daha çok böyle miydi?
    Siz: "Görünüşe bakılırsa nihayet seninle işim bitti." 
    Dağ: "Aynen öyle!"
    Belki de babanızın ve sizin oturup konuşma zamanınız gelmiştir."

    Eveeet! Nasıldı? Cevaplarınızın yansıttıklarından tatmin oldunuz mu? Ben özellikle bu testten çok etkilenmiştim. 2 yıl önce bu testi yaptığımda babamı kaybedeli birkaç ay olmuştu. İlk 3 soruya gayet olumlu cevaplar vermiştim. İşte "büyük,koruyucu bir dağ", "sade görünen ama çok değerli bir taş" falan gibi. Beni etkileyen son sorunun cevabı olmuştu. Benim dağ ile yani babamla konuşmam aynen şu şekildeydi:
    Ben: "Bana bugüne kadar verdiğin her şey için çok teşekkür ederim."
    Dağ (Babam): "Bir şey değil. Yapmalıydım."
    Ben: "Seni bir daha görebilecek miyim?"
    Dağ (Babam): "Belki!"
Tam da o günlerde içimden devamlı konuşup "keşke babamı bir kez daha görebilseydim, teşekkür edebilseydim" diyordum kendi kendime. Ve devamlı aslında nerede olduğunu, bir daha karşılaşma ihtimalinin olup olmadığını düşünüyordum:( 
    Neyse... Derin mevzular bunlar...
    Bugün aklıma geldi, paylaşmak istedim. Bu kitaptaki testleri uygularsanız çok eğlenecek ve şaşıracaksınız. Kitabın arka kapağında Kokoloji için "Pek çok ülkeden sonra Türkiye'de de ailelerin, ev partilerinin, yalnızlıkların, potansiyel ilişkilerin, seyahatlerin, en eğlenceli, en faydalı oyunu olmaya aday" denmiş ve toplulukla oynanmasını tavsiye edilmiş. ("İnsanların tepkilerini inceleyin" diyor:))
     




11 Haziran 2012 Pazartesi

HAFTA SONU...

    Birkaç gündür yoktum buralarda:) Nerelerde miydim? Neler mi yaptım? 
    Cuma günü okullar kapandı malum. Cuma günü sabahtan öğlene kadar oğlumun okulundaydım. Daha önce de söylediğim gibi... Orhun ortaokulu bitirdi. Çocuklar zor ayrıldılar. Birbirlerine okul tişörtlerini imzalattılar, birbirlerine sarılmaktan bir hal oldular. O gün, 8 yıllık okulumuzda son kez "veli" sıfatıyla bulundum:( Çok tuhaftı. Veliler, öğrenciler ağlaştık biraz:) Aşağıdaki fotoğrafı durumu birazcık anlatabilir diye ekledim:) Sınıf başkanları, 1.sınıftan itibaren çekilen fotoğraflarla slayt gösterisi yapmış. Onu sundu arkadaşlarına. Fon müziği olarak da "Arkadaş" şarkısını eklemiş. Öğrenciler, veliler, sınıf öğretmeni hep beraber ağladık:) Fotoğrafta köşede ağlayan sınıf başkanımız görünüyor ucundan kıyısından:)


  
  Cumartesi günü SBS sınavı vardı. Orhun'u sınava gireceği okula bıraktık, sonra aldık:) Orhun bu yıl çok heyecanlandı. Sınava girerken çok gergindi. Sonuçlara baktık aynı gün. İyi geçmiş. Beklediğimiz gibi. Nihayet geçti gitti şu sınav. 3 yıldır kabus oldu -ki biz öyle SBS'yi kafaya takan ebeveynlerden değiliz-. Artık bütün test kitapları çöpe! (Daha doğrusu atık kağıt kutusuna:)) Oh be!!!


   
 Cumartesi akşamı Kuruçeşme Arena'daydık. Erol Evgin'in konserinde... Yani benim Erol Amcam'ın:)) Ben küçükken Erol Evgin'e bayılırdım. Özellikle 2-3 yaşlarımdayken Erol Evgin televizyona çıktığında "Erol Amcam! Erol Amcam" diye çıldırırmışım:) Hafta içi çocukluk arkadaşım Nevracım aradı, "Erol Amcan'ın konserine gidelim mi?" dedi. "Olur" dedim. İyi ki de gitmişiz. Çok güzeldi. Çok eğlendik. Çocukluğumuzun şarkılarıyla coştuk, duygulandık. Erol Evgin çok hoş bir program hazırlamış. Hem kendi eski şarkılarını söyledi, hem de Cem Karaca, Barış Manço, Fecri Ebcioğlu, Çiğdem Talu, Melih Kibar vs. gibi isimleri tek tek anarak onlardan parçalar seslendirdi. Adile Naşit'le, Aysel Gürel'le anılarını anlattı. Gençler de vardı konserde ama bizim yaşlarımızda veya bizden daha büyük olanlar çoğunluktaydı. Nostaljik bir akşamdı:)


    
   Kuruçeşme Arena'yı ben çok seviyorum. Manzara müthiş. Bir de müzik güzel olursa... Şahane...


    
Pazar günü sinema günümüzdü. Pamuk Prenses ve Avcı'ya gittik ailecek. Epik filmleri seviyoruz. Pamuk Prenses ve Avcı'yı da beğendik. Pamuk Prenses bu sefer çocuklar için değil, büyükler için çekilmiş. Pamuk Prenses savaşçı karaktere bürünmüş. Karanlık, ürkütücü, fantastik bir masal olmuş. Ama iyi olmuş. Karanlık Orman ve Perili Orman görüntüleri çok iyiydi. Charlize Theron şahaneydi. En sonunda "Eee! Hani? Avcı mı? Dük'ün oğlu mu?" dedik. Sonuç havada kaldı ama sonradan bir haberde okudum ki yönetmen Rupert Sanders "filmin devamı gelebilir" demiş. Açık kapı bırakmış yani. Çekerse seyrederiz:)


   
 Bir hafta sonu da böyle geçti. Yaz geldi... Tatil geldi... Herkese keyifli yazlar...

8 Haziran 2012 Cuma

İLK MEZUNİYET

    Bugünlerde hem "şu okullar kapansa da rahat etsek" modundayım, hem de oğlum 8.sınıfı bitiriyor diye üzüntülüyüm. Aslında bu üzülecek bir şey değil tabii... Seneye liseli olacak bir delikanlı annesiyim sonuçta:)  Ama yine de.. Ne bileyim... Bir dönem bitiyor... Az önce eski fotoğraflara baktım. Bazı veli arkadaşlara verilecek olanları ayırmak için... 1.sınıftan itibaren yıldan yıla nasıl değiştiklerini bir kez daha gördüm. Hüzünlendim... Kocaman olmuşlar. Özellikle 7. sınıf ve 8.sınıf arasında müthiş fark var. 1 yılda birer delikanlı, birer genç kız olmuşlar... Halbuki 1.sınıfa başladıkları gün, dün yaşanmış gibi...


    
Çocuklarımızın geçmiş 8 yılları güzel bir "kep giyme töreniyle" taçlandı geçtiğimiz salı günü. Aslında ben sevmezdim bu töreni. Sadece üniversitede olması gerekiyor gibi gelirdi. Ya da en azından lise mezuniyetinde... Ama o gün "iyi ki yapmışlar" dedim. Çok güzeldi. Okulumuz müthiş bir tören düzenlemişti. Lise ve ilköğretim mezuniyeti bir aradaydı. Fonda güzel bir müzik ve şiirle önde 8.sınıfların, arkada 12.sınıfların tek tek aramızdan yürüyüp kendilerine ayrılmış yerlere oturmaları... Bölüm birincilerinin konuşmaları... Lise mezunlarının ilkokul mezunlarına bayrağı teslim etmeleri ve nasihatlerde bulunmaları... Tek tek isimlerinin okunması ve ayrı ayrı plaket verilmesi... Hep beraber edilen yemin... Coşkuyla fırlatılan kepler... Ve salona girişlerinde okunan şiir sırasında "hepiniz birer Mustafa Kemal'siniz" sözünü duyunca alkıştan salonun yıkılması... Hepsi çok etkileyiciydi... O azgın 8. sınıflar hiç falso vermeden, büyük bir ciddiyetle törenin gereklerini yerine getirdiler:) Gurur duymamak elde değildi. Çok yoruldular ama hiç şikayet etmediler. Şimdi cumartesi günü yapılacak olan SBS sınavını atlatıp, pazartesi akşamı düzenlenen mezuniyet yemeğinde eğlenmeyi bekliyorlar:) Ondan sonra kimler hangi okullara gidecek kim bilir:(
    Dediğim gibi... İyi ki okulumuz bu töreni düzenlemiş. Çok güzel bir anı oldu bizim için. Anneanne, babaanne, teyze, amca, büyük teyze... Hep beraber Orhun'umuzu liseye uğurlamak; hayatında bir dönemin bitip yeni bir dönemin açılmasını kutlamak için oradaydık. 
    Benim canım oğlum... Aklımda kep törenini yazmak yoktu. Ama dayanamadım işte:) Seninle gurur duyuyorum. Sen çok mutlu ol... Sağlıklı ol... Başarılı ol... Umarım hayattan sonsuz keyif alırsın... Alırsınız... Sen... Arkadaşların... Tüm çocuklar... Tüm gençler... Hepiniz...




4 Haziran 2012 Pazartesi

ÖZENMİŞTİM BEN SİZE AMA...

    Geçtiğimiz perşembe günü arkadaşımla buluşmak için Taksim'e gittim. 1-2 saat hoşbeşten sonra eve dönmek için bizim meşhur çift katlı 145T'ye bindim. Bir güzel yerleştim, kitabımı açtım. Fakat okumak için dikkatimi toplayamadım. Tam arkamda oturan yaşlı amca ve teyzenin konuşmalarına takıldım. Önce güzel güzel sohbet ediyorlardı. Şöyle ki: 

      - Sen benim lacivert pantolonumu yıkadın mı?
      - Yıkadım.
      - Ütüledin mi peki?
      - Aaaa! Ütülemez miyim? Yarın onu mu giyeceksin?
      - Evet.
      - Eve gidince ne yesek Haşmet?
      - Ne yapalım?
      - Kıyma çıkaralım dolaptan. Şöyle bol soğanlı, bol domatesli yapalım.
      - Soğan var mı?
      - Alırım ben marketten.
      - Yarın sabah spora gideyim, sonra duşumu alıp kahvaltımı edeyim. Sonra çıkıp hastaneye giderim.
      - Evhamlısın sen!


   
    Bir yandan da dışarıyı seyrediyorlar. Arap turistleri görüyorlar yorum yapıyorlar, Kasımpaşa Stadı'nı görüyorlar yorum yapıyorlar falan.  Benim de hoşuma gitti, içimden "biz de sağlıkla bu yaşlara gelsek de sevdiceğimle akşam ne pişireceğimizi konuşsak, baş başa gezinsek, muhabbet etsek böyle" diyorum. Tatlı tatlı sohbet ediyorlar yani. Daha doğrusu ediyorlar-dı:) Unkapanı civarına geldiğimizde hava birden değişti. Bir anda değişti ama. Aynen şöyle oldu:

      - Bak şu sokaktan girince bilmemkim efendinin türbesi var. Ne dilersen oluyor. 
      - Ne dilersen oluyor mu? Ya git Allah aşkına! Ölmüş adamdan medet umuyorsunuz! Allah'tan iste   Allah'tan!
      - Seninle bu konuda hiç anlaşamıyoruz Haşmet!
      - Ne anlaşacağız? Allah'tan iste Allah'tan!
      - İstiyorum! Allah'tan da istiyorum! Allah zaten o zatın yüzü suyu hürmetine dileğini kabul ediyor. Sen ne anlarsın?
      - Ya git manyak manyak konuşma! Ölmüş adamdan medet umuyorlar ya! Aç kitapları oku, internete bak! Allah'tan isteyin diyor.
      - Sen anlamazsın.
      - Gerizekalı gerizekalı işler! Müslüman değilsin sen! 
      - Müslümanım! Elhamdülillah! Elhamdülillah! Elhamdülillah! Sen değilsin!
      - Müslümanım ben!
      - Kafirsin sen!
      - Sensin kafir!
      - Sensin kafir!
      - Sensin kafir!
      - Alnı secdeye değmemiş hayatında! Konuşuyor! Git kiliseden birini al kendine onunla yaşa!
      - Tahrik etme beni!
      - Git başka koltukta otur!

   
    Amanın! Onlardan çok ben neye uğradığımı şaşırdım. Arkama bakacağım bakamıyorum:) Yahu amcacığım, teyzeciğim az önce tatlı tatlı muhabbet ediyordunuz. Ne oldu birden? Özenmiştim ben size ama...






1 Haziran 2012 Cuma

SÖYLESEM TESİRİ YOK, SUSSAM GÖNÜL RAZI DEĞİL



Bu günlerdeki kürtaj ve sezaryen tartışmaları hakkında bir kadın olarak konuşmam lazım
Bir şeyler söylemem lazım
Fakat şaşkınım 
Huzursuzum 
Mutsuzum


Yazamıyorum
Yazıyorum yazıyorum siliyorum
Ruh durumumu en iyi anlatan Fuzuli'nin sözleridir

"Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil"