31 Aralık 2012 Pazartesi

HOBBİT... Pİ'NİN YAŞAMI... VE 2012'NİN SON YAZISI.


    2012'yi yazısız bitirmek istemedim. Madem öyle, en son seyrettiğim 2 filmden bahsedeyim yeri gelmişken. 

    İlk filmimiz "Hobbit: Beklenmedik Yolculuk". 

    
    Nereden başlasam? Nasıl anlatsam? En iyisi direkt konuya gireyim. Sevmedim! Kendisi hatıralarımda "sinemada uyuduğum ilk ve (umarım tek) film" olarak yer alacak. Evet! Resmen uyudum. Hayatımda ilk defa bir sinema salonunda film seyrederken uyudum:) Tamam akşamdan uykusuzdum ve ilk seansa girmiştik ama yine de kendimden böyle bir hareketi beklemezdim. Öyle horul horul uyumuş değilim tabii:) İlk yarıda öyle sıkıldım, öyle sıkıldım ki 2-3 dakika kadar dalmışım. Yüzüklerin Efendisi hayranları lütfen kızmasınlar bana ama çok sıkıcı bir filmdi. Yüzüklerin Efendisi serisini severek izlemiş biri olarak söylüyorum bunları. Kusura bakmayın ama bende hayranların etinden sütünden faydalanma amacıyla, yani tamamen ticari kaygılarla çekilmiş bir film izlenimi uyandırdı. Uzata uzata ikiye de bölmüşler bir güzel. 
    İlk yarı tam bir çocuk filmi tadında geçiyor. Salonda benim gibi "bu ne ya? çocuk filmi gibi" diyenler oldu. Diyaloglar vasattı. Esprili bir dil kullanılmasını beklerdim. İkinci yarı daha hareketliydi. 3 boyutlu filmleri çok severim ama bu filmde inanılmaz başım ağrıdı. Ve yine çıkışta aynen benim gibi düşünen "gözlüklerde mi problem vardı acaba? başım ağrıdı" diyen bir kız duydum, erkek arkadaşı da "çok hareketliydi ya ondan herhalde" dedi:) Niye bilmem ama gözlerim çok rahatsız oldu. Bu arada fark ettim ki "benim gibi düşünen" deyip kendimi haklı çıkarmaya çalışıyorum. Bunun sebebi sosyal medyada film hakkında "şahaneydi" şeklinde yorumda bulunan bir çok seyirciye rastlamış olmamdır ve bu durum "acaba tuhaflık bende mi?" şeklinde kendimi sorgulamama yol açmıştır:) Bilemiyorum artık. 
    Filmin içine giremememin bir nedeni de Türkçe dublajlı seyretmek oldu aslında. Biz tamamen yanlışlıkla Türkçe dublajlı olanına girdik. Hiç sevmem. Orjinali iyidir her zaman. Gandalf'ı da Dumledore'u seslendiren sanatçı seslendirmiş mi? Zaten tipleri de benziyor. Adamcağız her konuştuğunda Harry Potter geldi aklıma. Maalesef.
    Beğendiğim sahneler vardı elbet ve Orta Dünya'yı özleyen Yüzüklerin Efendisi hayranları için keyifli bir film olmuş muhakkak. Fakat genelinde çok sıkıldım ve uyuklayarak kişisel tarihime saçma bir anı ekledim. Filmin sonunda (küt diye kesilmesinden ve p..ç gibi kaldıktan hemen sonra) şöyle düşünmeden edemedim: "bu sevgi pıtırcığı filmi bayıla bayıla seyreden, akabinde bayıla bayıla filmden bahseden yetişkinler bu kadar çoksa gerçek hayatta neden bu kadar kötülük var?" Fırsatını bulduğumda kitabını okuyacağım ben. Daha önce okumadım ama şimdi okumak istiyorum. Filminden daha çok sevecekmişim gibi geliyor bana.

    Efendim 2.filmimiz Life Of Pi... 


    Pi'nin Yaşamı... Çoğunluk için bu da sevgi pıtırcığı bir film sayılabilir ama olumlu sonuca hayatın gerçeklerinin farklı ve acımasız olduğunu göstererek ulaşılmış. Tabi sonucun olumlu olduğunu düşünenler için... İpucu vermek istemediğim için fazla bahsetmek istemiyorum fakat filmin konusu ve anlatmak istediği hakkında konuşmak isterdim. Bence herkes farklı duygularla ayrıldı sinema salonundan. Konu açısından hem haç çıkaran, hem namaz kılan, hem Budizm'e inanan (aslında her dini benimsemiş) Pi Patel'in, başından geçen olaylara rağmen inancını kaybetmemek için kendince yöntem bulması, bu filmi dini yönü ağırlıklı gibi gösterebilir belki. Ama ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Tam tersi açıdan da bakılabilir. Film bitince "Ama! Ama!" diyordum içimden. Çok beğendim. 
    Yan Martel'in aynı adlı romanından uyarlanmış bu film. Best Seller kitaplara olan ön yargımdan dolayı "Man Booker" ödülünü almış bu  romanı okumamıştım. Meğer okuyanı ve beğeneni çokmuş. Ama az önce bahsettiğim Hobbit'in aksine, bunun da kitaptan çok filmini severmişim gibi geliyor. Yönetmen Ang Lee nefis bir iş çıkarmış. Tüm eleştirmenler görsellik konusunda tam not vermişler. Bu film de 3 boyutlu. Avatar'dan sonra seyrettiğim en iyi 3 boyutlu film. Deniz altı görünümleri, kaplanın hareketleri, fırtına sahnesi vs.vs.vs. hepsi çok güzeldi. Hayran hayran bakakaldık. Güldük, ağladık, korktuk, düşündük. İyiydi yani. Tavsiye ederim.

    2012'yi iki film eleştirisiyle bitirdik. Umarım 2013'te daha fazla film seyrederiz, daha çok kitap okuruz, güzel müzikler dinleriz, güzel güzel yolculuklar yaparız, sevdiklerimizle keyifli zamanlar geçiririz, hep iyi haberler duyarız, hoş sürprizler yaşarız, güzel insanlarla karşılaşırız. Umarım 2013'te sağlık fışkırır yanaklarımızdan:) 
HERKESİN YENİ YILI KUTLU OLSUN!


    
    
    

22 Aralık 2012 Cumartesi

PERA MÜZESİ'NDE ALTIN ÇOCUKLAR


    Beyoğlu Pera Müzesi'nde "Altın Çocuklar, 16-19.yy Avrupası'ndan Portreler" sergisini gezdim. İstanbul'da kar yolları kapatmadan 1 gün önce... Hava hafiften bozmaya başlamışken müzenin sıcak ortamında İspanya'dan gelen çocuk portrelerini seyretmek, ardından yine aynı mekanın kafeteryasında nefis bir dilim pastanın yanında likörlü kahvemizi yudumlamak çok iyi geldi. Çok sevdiğim dostumla sohbet de cabası... 
    İşin keyif kısmını bir yana bırakıp sergiye gelecek olursak... Efendim sergi 16-19.yy Avrupa kraliyet aileleri ve aristokrat sınıfına mensup çocukların portrelerinden oluşuyor. Ülkemize İspanya'dan, Yannick Vu-Ben Jakober Vakfı'ndan gelmiş bu portreler. Ve porte geleneğine uygun olarak, resmedilen kişinin fiziksel özelliklerini yansıtmanın yanı sıra; belirtilen dönemdeki Avrupa siyasi tarihine, kraliyet ve aristokrasi geleneklerine, inançlarına, hatta modasına ışık tutuyorlar. 

   
    Sergi salonunda önce Kanuni Sultan Süleyman'ın kızı Mihrimah Sultan karşılıyor ziyaretçileri.
    Sonra...
    Almanya'dan, Avusturya'dan, Fransa'dan, Hollanda'dan çocuk portreleri... 
    Kimisi zırhlar içinde... Çünkü ileride tahta geçecek. 
    Kimisi henüz kundakta... Vücudu düzgün olsun diye sarıp sarmalanmış. 
    Kiminin elinde sadakati simgeleyen saka kuşu...
    Kiminin elinde meyve var. Çünkü annesiyle babasının aşkının meyvesi o... 
    Bazısının yanında en sevdiği oyuncağı... 

   
    Kiminin boynunda mercan bir kolye... Mercan kötülüklerden korur. 
    Kiminin elinde bir vanitas simgesi. Yani dünyanın geçiciliğini hatırlatan bir obje... Çünkü o yıllarda çocuk nüfusunun yarısı 18 yaşına ulaşamıyor.
    Kiminin elinde bir çıngırak... Çıngırak, çocuğun henüz diş çıkarma evresinde olduğunu anlatıyor.
    Bir bebeğin yanında bir melek var. Demek ki henüz bebekken ölmüş birine ait bir portre bu. Ailesi onu anmak için yaptırmış olsa gerek. 
    Erkek olduğu belli olan ama etekli elbiselerle resmedilmiş çocuklar var. Çünkü henüz 7 yaşını bitirmemişler. 

    
    Avrupa'da o dönemde küçük çocuklar, kız ya da erkek fark etmez, etek giyiyorlar. 7. doğum günü çocukluğun bitimi sayılıyor. Bu yaştan sonra birer yetişkin gibi giyinmeye başlıyor asil çocuklar. Ve portreleri yapılıyor. Şık, gururlu, asil, sağlıklı, güzel resmediliyorlar bu portrelerde. Ve bu portreler başka ülkelerin kraliyet ailelerine yollanıyor. "Evlendirelim çocuklarımızı, hanedanlarımız birleşşsin, gücümüz artsın, dostluğumuz sürsün" diyerek. Evlilik gerçekleşiyor. Kimi beğeniyor eşini. Kimi de Napoli Prensesi Maria Antonia gibi hayal kırıklığına uğruyor. Maria Antonia, geleceğin İspanya Kralı olan kocası V.Fernando'yu gördükten sonra kuzenine yazdığı mektupta şöyle diyor: "Portresi onu daha yakışıklı gösteriyordu. Oysa kendisini gördüğümde, portredekinin neredeyse bir Adonis olduğunu düşündüm."(*) 
    Sergi 6 Ocak 2013 tarihine kadar sürecek. Şimdi çok uzaklarda olan bu çocukları görmek isterseniz Pera Müzesi'ni ziyaret etmenizi öneririm. Ayrıca 2.bir sergi olarak tüm bu portrelerin sahibi Yannick Vu ve Ben Jakober'in çalışmalarını da görmüş olacaksınız. 

    Binanın bir katı aynı zamanda birer sanatçı olan bu iki ismin eserlerine ayrılmış. O da çok keyifli bir sergi. Tavsiye ederim efendim.

(*) Kaynak: P Dünya Sanatı Dergisi- Sayı:34





    
   


12 Aralık 2012 Çarşamba

ALİ POYRAZOĞLU VE BORUSAN İSTANBUL FİLARMONİ ORKESTRASI

 
    Dün akşam anne-oğul Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası'nın (BİFO) özel konserindeydik. BİFO, 2006 yılından beri gerçekleştiriyor bu özel konserleri. Her yıl değişen "konuk şef" yönetimindeki Borusan Filarmoni Orkestrası sanatını icra ediyor, bizler büyük bir keyifle dinliyoruz onları ve konserin geliri yetenekli genç müzisyenlerin yurt dışındaki eğitimleri için kullanılıyor. Fikir güzel, amaç güzel, orkestra güzel, konser güzel...
    Bu yılki konserin konuk şefi ünlü tiyatro sanatçısı Ali Poyrazoğlu'ydu. Bizet'nin Carmen Operası'ndan seçtiği bölümleri yönetti. Aralarda o güzel sesiyle ve esprili tavrıyla Carmen'i anlattı. Konu günümüzde iktidarın sanata bakışı ve tavrına gelince esprili halinden eser kalmadı. Deyim yerindeyse verdi veriştirdi. Yılların tiyatro sanatçısı olarak çoook haklıydı. Ayakta alkışlandı uzun uzun.


    
    Carmen çok keyifli bir eser. Ali Poyrazoğlu'nun anlatımıyla daha da keyifli oldu. Orkestra zaten çok iyi. Muhteşem bir gece yaşadık. Projenin önceki bursiyerlerinden kemancı Nihat Ağdaç'ı dinleme fırsatı bulduk. (Emekler boşa gitmemiş.)
    Borusan, sanatçı adayı gençlere verdiği destekle, Beyoğlu'nda açmış olduğu sanat merkeziyle, müzik kütüphanesiyle, basılı yayınlarıyla, benim çok çok sevdiğim Rumelihisarı'ndaki Perili Köşk Çağdaş Sanat Müzesi'yle Türkiye'nin en önemli sanat banilerinden biri olmuştur. Tebrik etmek lazım, etkinlikleri takip etmek lazım.


   
   Orkestra Borusan sposorluğunda çaldı, biz babamızın sponsorluğunda dinledik:) Bizim evin sanatseverleri Orhun ve Sezer ikilisidir. Biz anne-oğul sergilere, müzelere, tiyatrolara gideriz, babamız destekler. Bazen bizimle geldiği de olur ama. Hakkını yemeyeyim. Gerçi onu da genelde ben ayarlarım "bak sen bunu seversin" diye:)  Bizim evde Amerikan müziğini dinleyen 41 yaşındaki babadır; klasik müzik, caz, blues, ortaçağ ve rönesans müzikleri dinleyen,  hip hop, R&B vs. müzikten hiç hoşlanmayan 15 yaşındaki çocuktur:) İlginç ama böyle. Herkesin huyu, zevki farklı. Yapacak bir şey yok. Bu konuda Orhun'la kafamızın uyuşması daha önemli. Çünkü o genç. Yarının yetişkini. Çevresine duyarlı, sanata duyarlı, belli bir genel kültüre sahip, gündemden haberdar bir insan olacak ki kendi çocuklarını da o şekilde yetiştirebilsin. Biz bu konuda şanslıyız çok şükür. Konserde dikkat ettim, tüm parçaları biliyordu ve mırıldanarak eşlik ediyordu, ayağıyla tempo tutuyordu:) "Çünkü ben ona daha anne karnındayken Mozart dinlettim" diyemeyeceğim çünkü öyle bir şey yapmadım:) Bazı şeyler zorlamayla olmaz. Öncelikle örnek olacaksın. Tabii bir de çocuğun içinde olacak. Su akacak yolunu bulacak.
   Uzun lafın kısası... Güzel bir geceydi. Hayatımızı güzelleştiren hoşluklar bunlar. Çoluğumuzla çocuğumuzla yaşayacağımız nice keyifli günlerimiz olsun efendim!




   

7 Aralık 2012 Cuma

İNCİ PASTANESİ:(


    Bugün Beyoğlu'ndaki İnci Pastanesi'nin boşaltıldığını öğrendim. İnanılmaz üzüldüm:( Çocukluğumdan beri bildiğim, meşhur profiterolüne bayıldığım, romanlarda okuduğum, filmlerde rastladığım, küçüklüğünden beri her Beyoğlu'na gidişimizde oğlumun muhakkak uğramak istediği bu mekan artık olmayacak. Benim kadar Orhun'un da çok üzüldüğünü belirtmek isterim. 
    
    
    Olan oldu. 1944 yılında açılıp, İstanbul'un simgelerinden biri olmuş bu mekan da Kentsel Dönüşüm'e kurban edildi. Ne diyeyim? İçim acıdı mı diyeyim? Böyle bir mekan başka bir ülkede olsaydı gözleri gibi bakarlardı mı diyeyim? Ne faydası var? Kentsel Dönüşüm diye diye anılarımızı, geçmişimizi, keyiflerimizi elimizden alıyorlar, almak istiyorlar. Ben bunu bilir, bunu söylerim. Nokta.




4 Aralık 2012 Salı

SEMİ'YLE BULUŞTUUUK!

 
    2009 yılında "kimse okumazsa ben okurum" diyerek açtım bu blogu. Gerçekten de benim için öncelik okunmak değil, yazmaktı. Unutmak istemediğim olayları, bilgileri, gezileri, fotoğrafları zamana kaydedecektim. Öyle de yaptım. Kendi kendime takılıyordum. Yaklaşık olarak 5-6 ay önce keşfettim blog dünyasının ayrı bir alem olduğunu. Ve aslında ne kadar keyifli olduğunu... O zamandan beri daha aktif kullanıyorum sayfamı. Okuma ve okunma oranım, paylaşımlarım arttı. Ama en güzeli... Çok tatlı insanlar tanıdım bloggerlar dünyasından. Bir çok kişiyi takip ediyorsun, oradan oraya atlarken pek çok yazı okuyorsun, yorum yapıyorsun, senin yazılarına yorumlar geliyor, okunuyorsun. Ne hoştur ki eninde sonunda kendi kafana, yaşına, yaşantına uygun bir grubun içinde buluyorsun kendini. Mesafe olarak uzak, ama aslında birbirine yakın yürekler çekiyorlar birbirlerini. Böyle olabileceğini, blog üzerinden arkadaşlıklar kuracağımı hiç  düşünmemiştim açıkçası. Ama oldu. Birkaç arkadaş kafama uydu, gönlümü çaldı:) 
    İşte bu arkadaşlardan biriyle buluştuk geçtiğimiz perşembe günü. Blog aleminin Mutlu Eller'i Semi'yle buluştuk. Çok samimiyim, uzun zamandır tanışıyormuşuz gibi hissederek sarıldık, gezdik, sohbet ettik. 

    
    Neler mi yaptık? Daha önceden kararlaştırdığımız gibi 1.İstanbul Tasarım Bienali'nin ana mekanlarından biri olan İstanbul Modern'de "Musibet/Büyük Dönüşüm Ekseninde, Tasarımda Bağlam ve Anti-Bağlam'ın Estetizasyonu" isimli sergiyi gezdik. Oradan Bienal'in bir diğer mekanı olan Galata Rum Okulu'nda yer alan Adhokrasi isimli sergiye geçmeden önce meşhur Karaköy Lokantası'nda lezzetli bir yemek eşliğinde lezzetli sohbetler ettik. Annelik ağır bastı, en çok çocuklarımızdan konuştuk:) Hatta Karaköy'deki Kağıthane'ye uğrayıp, evde bizi bekleyen kuzulara defter, kitap ayracı vs. almayı ihmal etmedik. Sonra ver elini Galata Rum Okulu. O eski binanın hüzünlü atmosferinden etkilendik. Ama yepyeni ve farklı tasarımlar da bir o kadar cezbetti bizi. 
    Semi'nin dönüş için bineceği feribotun saati yaklaşırken biraz daha sohbet edebilmek ve yorgun ayaklarımızı dinlendirmek adına Galata Rum Okulu'ndaki ziyaretimizi sonlandırdık. İskelenin karşısındaki Kahve Dünyası'na daldık. Kahvelerimizi içip, biraz daha muhabbet edip, tekrar buluşma kararıyla günü sonlandırdık. Semi'yi Bursa'ya uğurladım. Ben de yeni bir dost kazanmanın keyfiyle evime döndüm. Çok güzel bir gündü. Çok mutlu oldum. Yeni dostlar edinmek, onlarla güzel anılar paylaşmak çok önemli. Hayatı yaşanılır kılan, hoşluk katan anlardır bunlar. (Birkaç arkadaş daha var görüşmeyi istediğim. Mesela birisi çoook uzakta:) A harfi ile başlayan bir yerde:) Umarım onunla da buluşuruz.)       
     
 
     Ben Semi'nin fotoğrafını çektim, o benimkini çekti ama beraber fotoğraf çektirmeyi hep unuttuk. Son anda aklımıza geldiğindeyse aceleyle çektirdiğimiz vatandaş bu işi beceremediği için 1 adet titrek fotoğraf var elimizde:) Bir sonrakine artık...
    Bu arada... Tasarım Bienali 12 Aralık 2012'ye kadar devam edecek. Çok başarılı ve keyifli çalışmalar var.  Görmek isteyenlere, isteyip de henüz ziyaret etmeyenlere ya da "Aaaa!Tasarım Bienali mi varmış" deyip ilk defa duyanlara hatırlatırım, tavsiye ederim. Ben bu yazıda Bienali anlatmaktan kurtuldum. Çünkü az önce gördüm ki Semi bu konuda çok güzel bir post hazırlamış. Sizleri hemen oraya yönlendiriyorum efendim:) Semi'nin Yazısı
(Ebru Salah'ın ve Aydan Çelik'in çalışmalarına dikkat. Bayıldım her ikisine de.)
   

2 Aralık 2012 Pazar

NEYE NİYET, NEYE KISMET!



    Dün akşam Okul Aile Birliği üyeleri olarak eşlerimizi de alıp bir eğlence mekanına gittik. Çoğunluğu birbirini senelerdir tanıyan veliler olarak amacımız -deyim yerindeyse- felekten bir gece çalmaktı. Mekana girmemizle "........ Eğitim ve Kültürü Destekleme Derneği" pankartını görmemiz bir oldu. Meğer o gece orada bu ilçe derneğinin Öğretmenler Günü kutlama yemeği varmış. Mekanı işletenler böyle bir şey söylememişlerdi bize. Hiç bir müşteriyi kaçırmamak istememişler belli ki. Neyse efendim... Olabilir... Bize ayrılan iki uzun masaya yerleştik. Yemeklerimizi yemeye başladık. Orkestra ufak ufak müzik yapmaya başladı. Bir süre sonra bir kızcağız çıktı sahneye. "Derneğimizin gecesine hoşgeldiniz" falan derken herkesi Atatürk ve şehit öğretmenlerimiz için bir dakikalık saygı duruşuna davet etti. Haydaaa! Kalkmasan olmaz. Hep beraber ayağa kalktık, saygı duruşunda bulunduk. Arkasından doğal olarak İstiklal Marşımızı söyledik. Yanlış anlaşılmasın, saygı duruşuna ve İstiklal Marşı söylenmesine her  zaman dünden hazır bir halim vardır. Ama böyle bir insan olduğum halde bana bile bir acayip geldi o anda. Doğal olarak hiç beklemiyorduk o akşam orada saygı duruşunda bulunup, İstiklal Marşımızı okuyacağımızı:) Bu törenin arkasından İlçe Milli Eğitim Müdürü çıktı, konuşma yaptı. 10-15 dakika konuştu. Ondan sonra dernek başkanı çıktı konuşma yaptı. Ardından yılın öğretmenini seçtiler. Yılın öğretmeni çıktı, ödül aldı, konuşma yaptı. Biz de mecbur dinliyoruz, alkışlıyoruz. Aksi halde ayıp olacak. Bu arada... Bir başka masada da özel bir bankanın çalışanları vardı bizimle aynı kaderi paylaşan:) Arada dernek başkanı bize dönüp  "kusura bakmayın sizin de vaktinizi alıyoruz" dedi ama yapacak bir şey yok. Bizim hangi okuldan geldiğimizi öğrenmişler ama yanlış anlamışlar, bizi de öğretmen zannediyorlardı. Bir ara kim olduğunu kaçırdığım bir bey, konuşması sırasında bize teşekkür etti çünkü başarı sıralamasında ilçe olarak ilk beş içerisindeymişiz. Bunda bizim de katkımız varmış:) En az 45 dakikamız bu şekilde geçti. Daha sonra hep beraber göbek atarken, tam hızımızı almışken dernek yararına çekiliş yapıldı. Bizler de bilet aldık tabii. Büyük ödülü banka masasından bir kız kazandı:) 
    Velhasılıkelam... Neye niyet, neye kısmet. Böyle değişik bir gece oldu.  Haaaa! Eğlenmedik mi? Eğlendik. Orası ayrı...