28 Şubat 2013 Perşembe

BUGÜNLERDE...


    
    Yaz gelsin istiyorum artık. Geçtiğimiz hafta sonu, kış vakti gereksiz yere fazlasıyla soğutulmuş, püfür püfür klimalı bir sinema salonunda vakit geçirince... Bir de üzerine 7/24 kısık ayarda çalışan kombiyi "dur bir de böyle deneyeyim" diyerek günün yarısında tamamen kapayıp, sonrasında evi buz gibi yapınca... Hasta oldum. Üşüttüm. Soğuk aldım. 4 gündür bugün ilk defa dışarı çıktım ki aslında hala iyi değilim. Yeni bir binaya taşındığımız için, hemen altımızda ve üst dairede oturanlar olmadığı için bu kış hiç ısınamadık. 2,5 aydır gelen doğal gaz faturasının miktarını ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. Buraya yazmaya çekiniyorum. O derece yani:) (Doğal gaz bağlantısı yeni yapıldığı için 3 ay boyunca ödeyeceğimiz, yaklaşık 90 lira civarındaki bilmem ne bedeli de cabası). Bir de ısınsak neyse... O yüzden aklım sıra değişiklik yaptım ve pazartesi günü uyuduğumuz saatlerde kombiyi kapattım. Öncesi ve sonrasıyla 10 saat kadar kapalı kaldı. Ama ev öyle soğudu ki ısıtmak için ayarı yükseltmek zorunda kaldık. Hiçbir şey fark etmedi yani. Zaten fazlasıyla üşüyen ben, hafta sonundan da gelen kırıklıkla iyice şifayı kaptım.  Anlaşılan o ki alt ve üst katlara komşular gelmeden adam gibi ısınamayacağız ve şişkin faturalar ödemeye devam edeceğiz:( Keşke altımıza ve üstümüze bebekli komşular gelse de evlerini sıcacık tutsalar:) Ama dur şimdi aklıma geldi, bu sefer o bebekler büyüyüp çok gürültü yaparlar değil mi? (Bana da yaranılmaz:))
    Tamam kış mevsiminin ayrı güzelliği var, tamam biz 4 mevsimi yaşayan bir ülkenin evlatları olarak çok şanslıyız ama yine de yaz gelsin istiyorum ben:) Kış çok masraflı, çok soğuk!







25 Şubat 2013 Pazartesi

80'LERDE ÇOCUK OLMAK...


 
    80'lerde çocuk olan ben, Kadir Aydemir'in hazırladığı, farklı farklı isimlerin bu yıllara ait anılarını anlattığı "80'lerde Çocuk Olmak" isimli kitaptan bir alıntı yapmak istiyorum. Çünkü çoooook hoşuma gitti. Şöyle demiş Erdem Aksakal ülkemiz 80'lerinin gençliği için:

"...Sessizliği kırıyorlar. Gitar, öpücük, slogan, tezahürat, dans, şerefe, Metallica sesleriyle. Ki hiçbirinin ailesi de beğenmiyor, "Bu ne gürültü, kıs şunun sesini!" diyorlar. Diyedursunlar, seksenlerin çocuğu herhangi bir sese öyle muhtaç ki; bu gürültüde bir ritm tutturuyor kendine. Eğleniyor ve eğlendiriyorlar. Renksiz dünyaya renk katmaya çalışıyorlar, kanları pahasına değilse de gırtlakları pahasına. Yokluğun korkunçluğundan, varlığın kaosuna geçiyorlar. Kendileriyle gurur duyuyorlar. Sokağın son çocukları, sokakta bir hayat kurar oluyor. Hayretle izliyor herkes. Anlaşılmıyorlar, olsun, anlaşılmak derdinde değiller. Sokağa dönmek yetiyor onlara. Bir de sarhoş ve aşık olmak.
    Güzel şeyler pek uzun sürmüyor işte. Seksenlerin normal çocuklarına, ellilerin birkaç dahi hippisi sataşıyor. Garajda keşfettikleri olmayan varlıklardan; hayali bir elmadan ve pencerelerden bahsediyor "Kapılar" ve "İşler" familyasının yaşlı serserileri. Seksenliler halinden vazgeçmek istemiyor ama direnmeyi de hiç bilmiyorlar. Ekranlar ve renkler cazip geliyor onlara; sokağın gürültüsünü nasıl da kolay terk ediyorlar. Aceleyle ekranların başına, kablolarla bağlı bilgisayarların önüne yerleşiyorlar. Tam da var oldukları ve var etmeye başladıkları anda; sesli ama sakince yok olmaya doğru yola çıkıyorlar. Hiç var olamadan; ebediyen yok olmayı seçiyorlar. Giderken arkalarından şımarık bir gülücük bırakıyorlar.:) O kadar..."




18 Şubat 2013 Pazartesi

SULTANAHMET'TE BİR AKŞAM...



    Geçtiğimiz cumartesi akşamı ani bir kararla Sultanahmet'e gittik. Meşhur Sultanahmet köftesi yeriz, meydanda biraz yürüyüş yaparız düşüncesiyle... 
    Arabayı, eşimle çocukluğumuzun geçtiği mekan olması ve dolayısıyla tanıdık bilmemiz sebebiyle Fındıkzade'de bırakıp tramvayla devam ettik. Tramvayı ilk defa bu kadar boş gördüm:) Müthiş keyiflendim. Rahat bir yolculukla Sultanahmet'e vardık.




Oğlum, paşam:)

   
    Tramvay gibi Sultanahmet de inanılmaz tenhaydı. Rahat rahat turlamak müthişti. Önce hoşumuza gitti açıkçası ama sonra yabancı turistin de ne kadar az olduğunu fark ettik. Diğer turistik dünya şehirleriyle karşılaştırdığımızda ülkemize gelen yabancı turist sayısı gerçekten çok az. Kış mevsiminde olmamız bir sebep değil. Yazın da durum çok farklı olmuyor bence. Kesinlikle ülkemize daha fazla turist çekmenin yolunu bulmamız lazım. Evet son yıllarda arttı, evet az değiller ama birkaç farklı ülkede bulunmuş biri olarak belirtmek isterim ki yeterli değil. 

    Sultanahmet hepimizin bildiği bir mekan. Amacım Sultanahmet'i tanıtmak değil o yüzden. Sakin, serin, pırıl pırıl bir Sultanahmet akşamında, itiş kakış olmadan, turist kızları tavlamaya çalışan yurdum gencine rastlamadan gezmek o kadar hoşuma gitti ki çektiğim birkaç fotoğrafı paylaşmak istedim sadece. 
    Buyurunuz efendim...


Sultanahmet Camii


Hürrem Sultan Hamamı. Işık ve buhar saçarken görülmeye değer:)


Ayasofya


Beyazıt'a doğru...


    Yürüdük, sohbet ettik, fotoğraf çektirmek isteyenlere yardımcı olduk. Ama hava çoook soğuktu. Isınmak ve sıcak bir şeyler içmek için Edebiyat Kıraathanesi'ne girdik. (Köftemizi önceden yemiştik:))
    Ben Edebiyat Kıraathanesi'ni çok beğeniyorum. Restore edilen Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi'nin*** içerisinde yer alıyor. Bina Türk Edebiyat Vakfı'na ait. Kıraathanenin işletmeciliğini Hafız Mustafa Şekerlemeleri yapıyor. 
    Edebiyat Kıraathanesi'nde lokumların, şerbetlerin yanı sıra işte böyle rengarenk tatlılar var:))





    İç mekan bu şekilde. Farklı bölümlere farklı edebiyatçıların isimleri verilmiş. (Mekanda Edebiyat Vakfı yayınları da satılmakta).





Yedik, içtik, gezdik. Eve dönüş vakti... Tramvay yolu işte böyle bomboş:) 


    Ama o da ne? Bir anons! Aksaray'da arıza varmış. Fındıkzade'ye kadar tramvayla devam edemeyeceğiz yani. Şans işte:) O kadar sevinerek, keyifle bindiğim tramvay bizi yarı yolda bıraktı:) Beyazıt'tan taksiye bindik çaresiz. 
    Olsun! Keyifli bir akşamın sonunda tek aksilik bu olsun:)

    *** Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi: 1824 yılında 2.Mahmut tarafından kendisini isyancılardan kurtaran Cevri Kalfa adına yaptırılmış. İstanbul'un en büyük sıbyan mektebi. 1858'den sonra şimdiki halini alana kadar sırasıyla kız sanat mektebi, matbaacılık okulu, mahkeme daireleri, Başbakanlık Arşivi deposu ve ilkokul olarak kullanılmış. 







15 Şubat 2013 Cuma

BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU - İSTANBUL DESTANI




    Şöyle diyor Bedri Rahmi Eyüboğlu: "İnsanların etrafına aşkla baktıkları nadirdir. Hemen hemen hepimiz gökyüzüne sadece havanın iyi olup olmadığını anlamak için bakarız. Elmanın rengine çürüklüğü ve sağlamlığı hakkında bir fikir edinebilmek için dikkatle bakarız. Gündelik hayatımızda bize akıl öğretmeye kalkmadıkça, bizi rahatsız etmedikçe herhangi bir eşyaya başımızı kaldırıp bakmaz, baksak bile onu görmeyiz. İşimiz düştüğü nispette alıcı gözüyle baktığımız eşyanın ancak bir tarafını görürüz. 
    Kırk seneden beri gözlerimizin önünde duran burnumuza, emektar ellerimize, sadık ev eşyamıza, yıllardan beri suyumuzu taşıyan testiye, kazana bir ressam gözü ilişirse onlarla ancak tam manasıyla o zaman tanışmış oluruz, onları ancak o zaman yaşarız." 


    
    Böyle söylüyor, aynı zamanda edebiyatla da ilgilenmiş olan ünlü ressam ve tam da bu konuda bir anısını anlatarak (bu anıyı hiç unutmayacağını da ekleyerek) devam ediyor sözlerine: "1938 senesi partinin Anadolu'ya gönderdiği bahtiyar ressamlar kafilesine katılarak Edirne'ye gitmiştim. Şehrin kenar mahallelerinden birisinde çalışıyordum. Mevzuum birkaç kerpiç ev ve bunların arasında bir kaplumbağa gibi yavaş yavaş uzaklaşan eski bir sokaktı. Bu mevzuu şehri gezerken mimlemiş ve bir sabah güneş doğarken sokağın başında tezgahı kurmuştum. Bir parça sonra yanı başımdaki evin kapısı açıldı. Orta yaşlı bir adam çıktı. Sabah ezanında kapısının önünde peyda olan yabancıya şöyle bir hayretle baktı ve gitti. Öğle üstü aynı adam işinden döndü. Kapıdan girerken bana uzaktan şöyle bir baktı geçti. Bir iki saat sonra aynı adam evinden çıktı, bu sefer evvelkilere nispeten daha dikkatli dikkatli baktı ve gitti. 
    Akşam olmuştu. Güneş neredeyse batmak üzereydi. Aynı adam işinden dönüyordu. Evinin kapısına doğru giderken vazgeçti. Çekine çekine bana doğru ilerledi. Yanı başımda durarak yaptığım işe değil, resmini yapmaya çalıştığım sokağa tam bir saat dikkatle baktı. 
    Güneş batmıştı. Kutumu toplamış gidiyordum. Komşu evin sahibi dağılmaya başlayan meraklı seyircilerden birine aynen şunları söylüyordu:
    - Ahmet Usta! Meğer bu bizim külüstür sokak ne güzelmiş! Tam on beş senedir şu evde oturuyorum, bu sokağın bu kadar güzel olduğunu ilk defa gördüm."***
    
    Bedri Rahmi'nin gözünden İstanbul'u seyretmek isteyenler için bir sergi var bugünlerde. Çırağan Sarayı Sanat Galerisi, sanatçının doğumunun 102.yılı münasebetiyle bir sergi düzenlemiş. "İstanbul Destanı" isimli bu sergi ne yazık ki 19.Şubat tarihine kadar gezilebilecek. Ben de son günlerinde yakaladım. Geçtiğimiz çarşamba günü sevgili dostum Aslı ile önce sergiyi gezdik, daha sonra pırıl pırıl bir İstanbul güneşinin altında Çırağan Sarayı'ndan boğazı seyrederek muhabbete daldık.
    
     
    Fırsat kaçmış değil. Güzel bir hafta sonu var önümüzde. Sergiyi henüz gezmemiş olanlar için ufak bir hatırlatma yapmış olayım. Hoş bir ortamda, hoş bir sergi gezmek... Emin olun iyi gelecek.



    


    *** Bedri Rahmi Eyüboğlu, Dost Dost-Yazılar 1938-1945
            İş Bankası Kültür Yayınları

            (Sanatçı hakkında ayrıntılı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz. Yazı arkadaşıma ait olup oldukça doyurucudur efendim:))




7 Şubat 2013 Perşembe

SERİ KATİLLER ANSİKLOPEDİSİ...


    
    Çoğunlukla Amerika kaynaklı seri katiller herkesin ilgisini çeker. Hem ürkeriz, hem ilgileniriz. Hayatlarını, eylemlerini merak ederiz. En son bitirdiğim kitap "A'dan Z'ye Seri Katiller Ansiklopedisi" işte bu merakı giderecek türden. Fakat okuyup bitirmek için sağlam bir mideye sahip olmak gerekiyor:) Ben çok merak etmeme rağmen bir solukta okuyamadım. Araya başka okumalar yerleştirdim ki kitapta anlatılanları hazmedebileyim. Kadınları, çocukları, eşcinselleri öldürenler; parça parça gömenler hatta kızartıp yiyenler... Sapık, Kuzuların Sessizliği gibi filmlere konu olan Edward Gein, Kanlı Kontes Elizabeth Bathory, Fransız aristokrat Mavi Sakal, kendisine tarikat kurup kanlı eylemlerini müritlerine yaptıran Charles Manson, hapisteyken kendisine aşık kadınların mektuplarına boğulan meşhur Ted Bundy... Daha kimler kimler... Çocuklukları; kanlı eylemleri; nasıl yakalandıkları; hangi filmlere, romanlara, şarkılara konu oldukları; kimleri etkiledikleri... Hepsi bu kitapta var. Hepsi katil, hepsi acımasız ama hayranları çok. Hep söylüyorum Amerikalıları anlamak mümkün değil. En çok seri katili çıkaran ve bir de üstüne onları putlaştıran; sanat objesi haline getiren; biblolarını, oyuncaklarını yapan tuhaf insanlar ülkesi. Bunun bir nedeni olmalı? Yedikleri içtikleri mi? Yaşam tarzları mı? Ailevi yapıları mı? Nedir?

    
    Tipik bir örnek vermek gerekirse (örnek çok aslında da...) John Wayne Gacy diyeceğim. 30'dan fazla genç, eşcinsel erkeği öldürüp (kendisi de eşcinsel eğilimli) evinin bodrumuna gömen meşhur katil ikiyüzlü bir hayat yaşamış. Başarılı bir iş adamı ve aile babası görüntüsü çizen, yerel siyasi ortamlarda aktif görevler alan Gacy, boş zamanlarında palyaço kılığına girerek hasta çocukları eğlendiriyormuş. Yakalandıktan sonra cezaevinde bol bol Palyaço Pogo resimleri yapmış ve bu resimleri Jonny Depp, John Waters, Iggy Pop gibi ünlüler satın almış. Gacy'nin sonu ne mi olmuş? 1994 yılında iğne ile infaz edilmiş, Son sözü "Kıçımı öpün!" olmuş.





 

4 Şubat 2013 Pazartesi

OKUMAK YA DA OKUMAMAK...



    


    
    Bloglar, Facebook, İnstagram, Twitter vb. sosyal medya kanallarında, her fırsatta nasıl da çok kitap okuduklarından bahseden insancıklar acayip şekilde sinirimi oynatıyorlar. Kendilerine belirtmek isterim ki kitap okumak normal bir eylemdir. Kitap zaten okunmak içindir, okunması için yazılır, okunmalıdır. Kitap okumak fazladan bir erdem değildir. Kişinin devamlı kitap okuduğunu belirtmesi onun ne kadar kültürlü olduğu izlenimini yaratmaz. Yani ben de o izlenimi yaratmıyor. Nasıl yaratsın ki?           Bir bakıyorsun, kitap kurdu olduğunu söyleyen şahsın yazılarında imla hatası dolu. Ne bağlaçtan haberi var, ne noktalama işaretlerinden, ne de büyük harf küçük harf ayrımından... Çok okuyan birinin imla kurallarından haberdar olması gerekmez mi? Haksız mıyım?
    Yanlış anlaşılmasın. Kişi beğendiği bir kitaptan bahsedebilir;etkilendiği bir kitabı tanıtabilir; fuar, kitap mağazası, kütüphane vb. deneyimlerini aktarabilir. Kaliteli okurla, okuduğunu zanneden arasındaki fark anlaşılır zaten. Benim lafım devamlı devamlı, en ufacık fırsatta, gerekli gereksiz zamanlarda "ben de işte böyle bir kitapseverim, şöyle kitap kurduyum" şeklinde abartılı tavır sergileyenlere. Mesela bugün İnstagram'da gezinirken ünlü bir ismin, kendi evinden bir fotoğraf eklediğini gördüm. Altına da millet çeşitli yorumlar yapmış tabi. Kitapsever bir şahsın yorumu şöyleydi: "Bir tek ben mi masadaki kitapları görüyorum? Hepsini yutmak istiyorum".
    He! Evet! Bir tek sen görüyorsun. O kadar akıllı, o kadar kültürlüsün ki! Madalyanı takacağız yakında.
    Velhasılıkelam... Bu ve bunun gibi örnekler... Kendilerini kandırıyorlar mı desem? Kendilerini farklı göstermeye çalışıyorlar mı desem? Saftirikler mi desem? Ne desem bilemedim. "İlginç!" deyip kapatayım ben konuyu en iyisi.
    

   

1 Şubat 2013 Cuma

DAYIM TARKAN OLMUŞ:)


 
    Benim dünya tatlısı, dünya iyisi bir dayım var. Bugün onun fotoğraflarını karıştırırken bunu buldum.

    
    Tarkan olmuş benim dayım:) 1965-1970 arası yıllardan birinde çekilmiş bu fotoğraf. İstanbul, Aksaray'da... Lunaparkta... 
    Benim orjinal çekik gözlü tatar balası dayıma çok yakışmış bu kostüm:)