28 Mayıs 2013 Salı

HAFTA SONU SÜRPRİZİ



    Geçtiğimiz hafta sonu güzel bir sürpriz peşinde Bodrum kaçamağı yaptık. 24 Mayıs, birkaç ay önce Bodrum'a yerleşmiş olan kuzenimin doğum günüydü. Ve bu yıl ilk kez İstanbul'dan ve bizden ayrı geçecekti doğum günü. Kendisine sürpriz yapmak istedik. Ailemin anne tarafını temsilen Orhun'la birlikte cuma günü habersizce Bodrum'a doğru uçuşa geçtik. Daha doğrusu sadece eşine haber verdik, bizi karşıladı, eve vardık. Önce Orhun bahçe kapısından gösterdi kendisini, sonra ben:) Kahkahalarla, şaşkınlıkla karşılandık:) Çok keyifli bir andı. Kuzenim için güzel bir doğum günü sürprizi oldu, bizim için de 2-3 ay sonra onu yeni evinde ilk kez ziyaret etme fırsatı... 
    O akşam kuzenimin arkadaşının organize ettiği doğum günü yemeğiyle kutlama yaptık. Ertesi gün, yerimde duramadığım için daha önceki Bodrum tatillerimizde de gezmeyi ihmal etmediğim ve çok sevdiğim Bodrum Kalesi - Sualtı Arkeoloji Müzesi'ni tekrar ziyaret ettik. Bilmeyen yoktur ama müthiş bir müze olduğunu hatırlatmakta fayda var diye düşünüyorum.


   

    Kalenin surlarında gezip mavi-beyaz Bodrum manzarasının keyfine vardık.



   

 
 

   (Aynı gün bir de Zeki Müren'in evini ziyaret ettik, onun fotoğraflarını da bir sonraki postta paylaşmayı düşünüyorum).
    Cuma ve cumartesi günleri tıpkı İstanbul'da olduğu gibi Bodrum'da da hava rüzgarlıydı. Pazar günü rüzgar azaldığı için, ısrarlarım sonucu hep beraber deniz sezonunu açtık. Bu yıl 26 Mayıs'ta ilk kez denizle buluşmuş oldum. Hayırlı uğurlu olsun diyorum:) Çok seviyorum denizi çok... 
   
    


    Bodrum kalabalıklaşmaya başlamış. Trafik artmış, insanlar çoğalmış. Uçaklar doluydu. Okullar kapanınca epeyi bir kalabalık olacağı şimdiden belli. Artık bizim için Bodrum daha önemli. Çünkü çocukluğumuzdan beri  3 kız kardeş gibi beraber büyüdüğümüz kuzenimiz orada yaşıyor artık. Üstelik bir de bebek bekliyor ki görmeden nasıl duracağız bilemiyoruz. Hele hele bebek doğunca Bodrum'a kaçmak için fırsat kollayacağız herhalde. Güzel bir hafta sonu yaşadık. Kardeşim çalıştığı için bu sefer katılamadı bana ve çok fena aklı kaldı:) Şimdi sıra onda. Bazen o, bazen ben, bazen beraber, bazen de karşılıklı ziyaretlerimiz sürecek. Evet, ayrılık zor. Ama kavuşmaların keyfi bambaşka oluyor. 








    
    

19 Mayıs 2013 Pazar

GENÇLER!



    Gençler! Cesaretimizi arttıran ve devam ettiren sizsiniz! Siz, almakta olduğunuz eğitim ve kültür ile, insanlık özelliğinin, vatan sevgisinin, düşünce özgürlüğünün en kıymetli sembolü olacaksınız! 
                                                                                  Mustafa Kemal Atatürk




19 MAYIS ATATÜRK'Ü ANMA, GENÇLİK VE SPOR BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!







18 Mayıs 2013 Cumartesi

JAMES DEAN... DAİMA GENÇ...


"Ölümsüzlük, tanımadığınız bir çok insan tarafından sevilmektir"
                                                                              Freud

    "James Dean - Mutant Kral", genç yaşta ölen ve ölümüyle birlikte Amerika'nın sembollerinden biri haline gelen yakışıklı aktörün hayat hikayesini anlatan bir biyografi kitabı. Aslında tam da "hayatını anlatan" denemez çünkü Dean'in hayatı öyle kısa ve bir stara göre o kadar sıradan ki, hayatına dair anlatacak konu çok az. O yüzden yazar daha çok James Dean'in Amerikan halkını nasıl ve neden etkilediğini irdelemiş. Çevresindeki insanlarla röportajlar yapmış, Dean hakkında yazılanları ve dönemin ruhunu incelemiş. Rol aldığı 3 filmin hikayesinden bahsetmiş. Eleştirmenlerden epeyi bir övgü almış. Ben de ilgiyle okudum.
    Bu kitabı okumadan önce James Dean deyince benim aklıma neredeyse sadece "hızlı yaşa, genç öl" sloganı geliyordu. Pek tanımıyordum Dean'i. Kitabı okuduktan sonra şunları öğrendim:


  
    *Asıl adı James Byron Dean. 1931'de İndiana-Marion'da doğuyor. Babası diş teknisyeni, annesi ev kadını. James'in annesi sanata düşkün. Şiirle ilgileniyor. Oğlunun, çevresindeki herkes gibi çiftçi olmasını istemiyor. Küçük Jimmy'ye keman ve dans dersleri aldırıyor. Oyun saatlerinde oğlu ve kendisi için kartonlardan küçük bir tiyaro sahnesi kurup, oyuncak bebekleri aktör olarak oynatıyor. Jimmy her gece uyumadan önce yastığının altına dileğini yazdığı bir kağıt parçası koyuyor ve anne Mildred gizlice o kağıdı alarak dilekleri gerçekleştirmeye çalışıyor. Bu sevgi dolu anne-oğul ilişkisi maalesef James 9 yaşındayken kopuveriyor. Mildred 29 yaşında göğüs kanserinden hayatını kaybediyor. James suçluyor annesini onu bırakıp gittiği için. Duygularını fazla belli etmemesine rağmen yıllar sonra bir röportajında şöyle diyor: "Annem beni bırakıp öldüğünde 9 yaşımdaydım. Ne yapmamı bekliyordu ki? Bir başıma herşeyle başa çıkmamı mı?"



    *Annesinin ölümünden sonra James'in bir başına kaldığını söylemek zor. Çünkü halası ve eniştesi onu yetiştirme işini üstleniyorlar ve kendi çocuklarından ayırmıyorlar asla. Peki ya babası? Babası zaten hiç bir zaman bağ kuramamış oğluyla. James'i tamamen babaanne, dede, hala ve eniştenin ellerine teslim ediyor. "Garip bir çocuktu" diyor ölümünden çok sonra "ona annesinin bir daha eve dönmeyeceğini söylediğimde sadece durup yüzüme baktı".

    *James'i yetiştiren hala ve enişte İndiana-Fairmount'ta yaşıyorlar. Fairmount, Quaker mezhebine mensup topluluğun kasabası. Bu insanlar sade ve gösterişsiz yaşamdan yanalar. Sessiz, sakin ve kimsenin komşusundan daha iyi ya da daha kötü durumda olmakla övünmediği, yüksünmediği bir hayat yaşıyorlar. Ve çok önemli bir ilkeleri daha var. İnsanların kendilerini bulmalarına izin verme ilkesi... Bu yüzden, oyuncu olma hayalleri kuran James her zaman destekleniyor halası, eniştesi ve tüm kasaba tarafından.

    *Annesi ölmeden önce oldukça ufak tefek ve çelimsiz olan Jimmy, halasının çiftliğinde tam anlamıyla fiziksel bir değişim yaşıyor. Çiftlik işlerinde eniştesinin en büyük yardımcısı oluyor. Ve spora düşkünlüğü başlıyor. Güçlü kuvvetli bir gence dönüşüyor.

    *Hayatı boyunca yaptığı her işte en iyi olmak gibi bir hırsa sahip Dean. Lise yıllarında 1.70'lik boyuna rağmen uzun atlama ve basketbol kralı olup, ödüller kazanması bunun en iyi kanıtı. Ve bir de münazaralar ve okuma yarışmalarında kazanılan başarılar var. Bunlar oyunculuk yolunda atılan ilk adımlar.

    *Liseden sonra üniversitede oyunculuk eğitimi almak için California'nın yolunu tutuyor ve orada bir müddet babasıyla yaşıyor. Önce babasının ısrarıyla Santa Monica Şehir Üniversitesi'nde beden eğitimi bölümüne kaydını yaptırıyor. Fakat daha sonra babasının yanından ayrılıp, asıl hayali olan California Üniversitesi Sahne Sanatları bölümüne geçiyor. Fakat üniversite hayatını pek sevemiyor ve hayatına yeni bir yön vermek üzere New York'a doğru yol alıyor. 1950'lerin en prestijli oyuncu okulu olan Actors Studio'ya başvuruyor. 150 kişi arasından sadece 2 kişi seçiliyor. Biri tabii ki James Dean oluyor.

    *Actors Studio'da "Metot Oyunculuğu" denen sistem geçerli. Bu sistem, deyim yerindeyse James'e cuk oturuyor. Metot oyuncuları canlandıracakları karakterin yerine kendilerini koyarlar, onun gibi davranırlar. Gerçek ile rolü ayırt edememe gibi bir tehlike yaşarlar. Jimmy kısa oyunculuk hayatı boyunca bu metotu benimsemiştir. Sahneye çıkmadan çok önce başlar canlandıracağı karakter gibi yaşamaya, onun gibi giyinip, arkadaşlarının yanına o şekilde çıkmaya. Ayrıca hep gözlem halindedir. Herkesi gözler. Çocukları, yaşlıları, ayyaşları vs... Hatta cansız varlıkları bile taklit etmekte ustadır. Arkadaşlarının gözü önünde bir gün rüzgarda sallanan bir palmiye olur, bir  gün Michelangelo'nun David'i, bir başka gün Picasso ya da Manet eseri... Oyunculuksa... En iyisi olacaktır o...


Michelangelo'nun David'i

    *James Dean zor bir insan. Ne zaman ne yapacağı kestirilemiyor. Bir an çok nazik, neşeli ve sevimliyken, bir müddet sonra içine kapanıyor ve somurtup oturuyor. Bir gün yeni tanıştığı insanlarla hemen kaynaşıp etkisi altına alırken, bir başka gün son derece çekingen davranıyor. Ama içten içe hep anlaşılmak istiyor. Umursamaz davranıyor ama hep umursuyor. Yakın arkadaşlarına göre, ne kadar rahat davranmaya çalışsa da son derece hassas ve kırılgan. Kimseye ihtiyacı olmadığını söylüyor ama aslında bu doğru değil. Bir arkadaşına yazdığı şu mektupta, karakterine dair ipuçlarını yakalamak mümkün: "Son iki haftadır çok moralsiz ve karamsarım. Herkesi tersleyip duruyorum ve bu hiç iyi değil. Rolüm üzerinde çalıştığıma kimseyi inandıramıyorum. Zavallı Julie Harris benimle ne halt edeceğini şaşırmış durumda. Aman, onun da canı cehenneme, ne halt ederse etsin. Buradaki herkes salak olup çıktı. Sadece bir tane arkadaşım var. Konuşabileceğim ve beni anlayabilen tek bir arkadaş. Umarım Lennie buraya gelir. New York'tan birini görmeye ihtiyacım var. Çünkü hem adi, hem de nazik ve kibar biriyim. Her şey öylesine karman çorman ki. Yakınlık kurmak istediğim birini görüyorum, sonra bu da öncekiyle aynı olacak diye düşünüyorum. Bu da nasılsa beni dikkate almayacak.Sonra ya kötü bir laf ediyorum ya da hiçbir şey söylemeden çekip gidiyorum. Zavallıcık ne olduğunu bile anlamıyor. Ondan hoşlanmadığıma karar verdiğimi fark edemiyor. Bu insanların nesi var böyle? Salak şeyler. (Lütfen başarısız olmayayım)."

    *Broadway'de ve televizyon için çekilen birçok oyunda rol alıyor. Fakat kısa kariyeri boyunca yer aldığı sinema filmi sayısı sadece 3. Cennetin Doğusu, Asi Gençlik ve Devlerin Aşkı... Asi Gençlik ve Devlerin Aşkı'nın vizyona girdiğini göremiyor. Öncesinde de hayranları var fakat Asi Gençlik'teki Jim Stark karakteri ile ölümünden sonra gençlerin idolü oluyor. Bir anda tüm dünyadaki gençler Jim Stark gibi giyinmeye, onun gibi davranmaya başlıyorlar.



   *Çok fazla kitap okuyor. Miyop olduğu için gözlük takmak zorunda ama bu durumdan hiç hoşlanmıyor. Kot pantolon,tişört ve gömlek vazgeçilmez kıyafetleri. Çok zorunlu değilse en şık toplantılara bile kot pantolonla katılıyor.



    *Bir kere nişanlanıp ayrılıyor. Kitapta sevgililerine dair fazla bilgi yok. Nitekim hakkındaki biseksüel ya da eşcinsel olduğuna dair söylentiler hala devam etmekte.

    *Güzel arabalara bayılıyor Jimmy. Para kazandıkça lüks arabalar satın alıyor ve hız tutkusu nedeniyle sık sık yarışlara katılıyor.



    * 1955 yılı Eylül ayının son günü, Salinas'taki bir yarışa katılmak için "Küçük Piç" adını taktığı Porsche Spyder'ı ile Los Angelas'tan yola çıkıyor. Yolu üzerindeki bir kavşakta, kendisini görmeyerek sola dönen bir arabaya çarpıyor. O sırada hava kararmak üzere ve arabasının rengi gri. Henüz 24 yaşındayken hayatını kaybediyor. Jimmy'yi tanıyanlar ağız birliği etmişçesine "nedense erken öleceğini biliyordum" diyorlar. Hatta kendisinin de "30'umu göreceğimi sanmam" dediği söyleniyor.



    *Ölümünün duyulmasıyla birlikte tam bir fenomen haline geliyor ve ölümsüzler katına yerleşiyor. Amerika'nın sembollerinden biri oluyor. Yazar bu durumu kısaca şöyle değerlendiriyor: "Rock'n'roll ve Dean'in ulusal bilincimize aynı anda girmesi, aslında tesadüf değildi. Buhran Dönemi ve 2.Dünya Savaşı boyunca maddi refah için yapılan uzun mücadelenin ardından Amerika nihayet o Tombul Rüya'sını gerçekleştirmişti. Fakat 50'lerin refah toplumu tepkili bir alt toplumun doğmasına yol açmıştı. İtaat bekleyen baskıcı bir toplumla işbirliğine yanaşmayan gençler, bir önceki kuşağın zenginlik ütopyasını reddediyor ve hayallerini film yıldızları ve rock müziği aracılığıyla gerçekleştirmeyi seçiyordu. İlk kez olsun bağımsızlığını ilan eden gençler, iletişim dili müzik ve şarkı olan yepyeni bir gelecek yaratıyordu".



    *Hurdaya dönen arabası Los Angeles'lı gençlere ibret olması için liselerde teşhir ediliyor. Daha sonra arabayı hurdalıktan satın alan William Escrich motordan çıkan bazı parçaları kendi arabasına monte ettiriyor, geri kalanı arkadaşı McHenry'ye veriyor. Katıldıkları bir yarışta McHenry hayatını kaybederken, Escrich yaralanıyor. Dean'in arabasının uğursuz olduğu söylentileri yayılıyor ki bu kitapta yazmayan ancak başka kaynaklarda geçen pek çok tesadüfi kaza var. Örneğin arabanın sergilendiği bir lisede düşüp bir öğrenciyi yaralaması gibi...
    
    * Ünlü yıldız, 1956 yılında vizyona giren Devlerin Aşkı filmindeki performansıyla, ölümünden sonra Oscar'a aday gösterilen ilk aktör oluyor.

    *James Dean'in ölümüyle Amerika'lı gençler histeri derecesine varan ortak bir çılgınlık yaşamaya başlıyorlar.  Evinin önünde yatanlar, vakıflar ve kulüpler kurarak anısını yaşatmaya çalışanlar hatta ruhunu çağırma partileri düzenleyenler, hatıra eşyalarına sahip olmak isteyenler, aktörün ruhu tarafından kontrol edildiğini düşünenler, ismini James Byron Dean olarak değiştirenler, her yerde ama her yerde Jim Stark gibi giyinenler... Amerika dışında da durum farklı değil. İngiltere, Endonazya, İran, Fransa, Almanya vb. pek çok ülkede hemen hemen aynı şeyler yaşanıyor. Yunanistan'da James Dean'in öldüğünü duyan gençler okullarına kollarına siyah bant takarak gidiyorlar. Bob Dylan bile bilinçli olarak Jimmy'yi taklit ediyor ve Elvis Presley, Asi Gençlik'teki Jimmy Stark karakterinin her repliğini ezbere biliyor. Yazara göre James Dean'in gençleri bu kadar etkilemesinin nedeni filmlerinde hep aynı mesajın yer alması: "Yalnız değilsin".


Jim Stark ve meşhur kırmızı montu

    *Dünyada böylesi bir çılgınlık yaşanırken Fairmount sakinleri inançları gereği sükunetlerini koruyorlar. Bugün bile dünyanın her yerinde James Dean hatıra eşyaları vs. karşımıza çıkarken Fairmount'ta sanatçının ölümü asla kullanılmıyor. Ancak 1980 yılında 4 gün süren bir anma festivalini kabul ediyorlar. Ancak o tarihten sonra her sene tekrarlanan bir geleneğe dönüşüyor bu festival. 

    *Bugün Faitmount'ta yer alan James Dean Müzesi'nde yıldızın şahsi eşyaları sergilenmekte...



    *James Dean'in aslında ölmediğine, hala aramızda yaşadığına inananlar var. Bu iddiada bulunanların en ilginci Jackie Curtis. Andy Warhol'un aslında James Dean olduğunu iddia ediyor:) Kısacası James Dean çılgınlığı hala devam ediyor...







    

    


   

13 Mayıs 2013 Pazartesi

DİYECEĞİM VAR!!!




    Çoğu zaman burada gündeme dair öyle çok şey yazmak, öyle çok şey söylemek istiyorum ki... Fakat biliyorum ki öyle yaptığım takdirde bu blog çok keyifsiz, çok kasvetli bir hal alacak. Çünkü ülkemde sorun bitmiyor, bitmiyor, bitmiyor. Neredeyse her gün olay, her gün üzüntü, her gün sıkıntı... Öte yandan hiçbir şeye                    değinmemek de içime sinmiyor. Dayanamıyorum, ucundan kıyısından bulaşıyorum bazı bazı. Yine de söylemediklerim söylediklerimin yanında denizde kum misali... 
    Dayanamadığım anlardan birindeyim şu an. Sanal günlüğüme şu notu düşmek istiyorum: "Geçtiğimiz cumartesi günü Hatay ilimizin Reyhanlı ilçesinde bomba yüklü iki araç patladı. Aynı günün akşamı bu konu hakkında medyaya yayın yasağı getirildi. Bu yüzden biz vatandaşlar, yayın yasağı gelmeden önce 46 kişinin hayatını kaybettiğini öğrenebildik sadece. Sosyal medyada dolaşan haberlere göre ise          150-200 civarında can kaybı var. Yasak getirildiğine göre sayının fazla olması çok mantıklı. İlginç olan şu ki... Haber yasağının üzerine FB-GS maçının denk gelmesi yasaklayanlar açısından iyi oldu. Pazar günü tüm gazeteler sadece derbinin haberleriyle doluydu. Bundan daha iyi gündem değiştiren bir olay olamazdı". 
   Haber yasağı, -en iyi niyetli yaklaşımla- halkı galeyana getirmemek için düşünülmüş olmalı. Bunu bir dereceye kadar anlayabilirim. Ya da "anlayabilirim" demeyeyim de... Anlamaya çalışırım. Fakat bu bir çözüm mü? Millet zaten çığırından çıkmışken, şiddet ülkemde kol gezerken bu tip yasaklarla nereye varılabilir? Bu satırları yazarken 19 yaşında bir FB taraftarının bıçaklanarak öldürüldüğünü öğrendim. Hadi bunun haberi de yasaklansın o zaman. Böyle böyle şiddet diner mi? Politik sorunlarımız çözülür mü? Ülke refaha mı ulaşır? Yoksa artık daha mı az insan ölür? Daha mı az patlar bombalar?
    Çıkamıyorum... Gerçekten içinden çıkamıyorum... 


    







6 Mayıs 2013 Pazartesi

BUGÜNLERDE...


    Nihayet bahar geldi. Denizi, güneşi, -her ne kadar azalmaya başlasa da bitirilememiş olan- yeşili bol ülkemizin güzelliklerinden faydalanma mevsimi... Bünyede bir rahatlık, bir gevşeklik... Hani "Beni bu güzel havalar mahvetti" demiş ya Orhan Veli... O hesap... Yetişkinler işten güçten, çocuklar okuldan kaytarma hayallerinde... Hal böyleyken kırlara, bayırlara, deniz kenarlarına attık kendimizi geçtiğimiz hafta...

    Mesela Büyükada'ya uzandık. Martılar eşliğinde yolculuk ettik.



     Gecesini de görmek istiyordum Ada'nın. Bu sefer dileğim gerçekleşti. İstanbul'un ışıklarına karşı demlenmenin keyfine vardık.



    Sabah erkenden kalktık. Yürüdük... Yürüdük... Cıvıl cıvıl gençler etrafımızda... Kimi bisikletle turluyor Ada'yı, kimi faytonla, kimi de bizim gibi tabana kuvvet arşınlıyor sokakları...



    Oflaya puflaya Aya Yorgi'ye vardık. Ağaçlara dolanmış dilek ipleri, kayalarda renk renk desenler oluşturmuş dilek mumları kalıntıları eşliğinde...



    Aya Yorgi Tepesi'nden manzara şahane her zamanki gibi... Biraz ileride Sedef Adası, gemiler, tam karşımızda İstanbul... 



    Dönüş yolunda Reşat Nuri Güntekin'in evine rastladık. Hemen merdivenlerine oturdum, pozumu verdim. O sırada aklımda seneler seneler önce okuduğum, bir kısmı Büyükada'da geçen "Akşam Güneşi"... Yazara  bir selam çaktım ve yolumuza devam ettik. 




    Bir başka gün denizden uzaklaştık Çatalca'da kırlara attık kendimizi. Sevdiklerimizle bol muhabbetli, bol yeşilli, çiçekli, böcekli, kuşlu, köpekli, kedili, hamaklı, mangallı güzel bir gün geçirdik.
 
    Güzeller güzeli yeğenim böyle salladı hamaktaki Orhun Abisini...



    Ben de böyle poz verdim "Aman da taş ev buldum, fotoğrafımı çekin hadi!" diye sevinerek:)


    Velhasılıkelam... Bahar güzel geldi... Bir de bizde nisan ve mayıs aylarında doğum günü ve bilumum özel günler biraz fazladır. Hafta sonlarımız kutlamalarla geçmekte çok şükür:)
    Şimdi fark ettim ki...Tam da Hıdrellez gecesinde yazıyorum bu yazıyı. O halde şöyle bağlayayım sözlerimi:
            Hepimizin hayatı bahar tadında geçsin efendim!!!