30 Eylül 2013 Pazartesi

BOŞANMIŞ ANNE-BABA ÇOCUKLARI...



    Orhun internet aracılığıyla dünyanın farklı yerlerinden birkaç arkadaş edindi. Şimdiki gençlerin durumu bu. Biz eskiden yabancı mektup arkadaşı bulup yabancı dilimizi geliştirelim diye çabalardık. Şimdi gençler takıyorlar kulaklığı, açıyorlar mikrofunu ve kilometrelerce uzaktaki arkadaşlarıyla sohbet ediyorlar, oyun oynuyorlar. Ben biraz pimpirikli bir insanımdır. Orhun sohbet sırasındayken oda kapısının kapalı olmasından hoşlanmıyorum. Zorla kapattırmıyorum ama odasına girip çıkarken mahsustan açık bırakıyorum:) Gelip gidip kulak kabartıyorum, Orhun uyumadan asla uyuyamıyorum. Aklı başında ve olgun bir çocuktur. Benden de pek bir şey saklamaz, çok güzel sohbet ederiz ama yine de dikkat etmek lazım diye düşünüyorum. Sıkmadan, özgürlüğünün kısıtlandığı hissini vermeden kontrol etmek lazım. Ha bu nereye kadar gider, kim ne kadar başarılı olur bilinmez. Gençler ve çocuklar söz konusu olduğunda fazla atıp tutmamak lazım. Adamı sulu dereye götürür susuz getirirler de ruhun bile duymaz:) Her neyse... Ben yine dağıldım.                         Asıl bahsedeceğim konu başkaydı. Orhun'un yabancı arkadaşları genelde Norveç ağırlıklı. İngiliz var, Rus var. Bir de Selanik'e gidip geldiği için Yunanistanlı arkadaşları var. Oyun oynarken bir yandan da sohbet ediyorlar, ya da havadan sudan yazışıyorlar. Ama neler konuşmuyorlar ki? Din, politika, tarih... Müslümanlar ne yapmış? Hıristiyanlar ne etmiş? Okul ne fena bir şeymiş. O önce şu ülkeye gitmiş, beriki Türkiye'ye gelmiş falan filan. Daha özel konular da var ama onlar bana anlatılmıyor tabii:) Ailevi konularda da dertleşiyorlar. Tüm bunlardan gençlerin ne kadar hassas olduklarını anlıyorum bir kez daha. Ve dikkatimi çeken bir şey var. Orhun'un farklı ülkelerdeki arkadaşlarının % 70'inin anne ve babası ayrı. Boşanmışlar... Çocuklar sohbet ederken bu konuda ne kadar üzgün olduklarını belli ediyorlarmış. Orhun da üzülüyor ve bana anlatıyor. Ben de hüzünleniyorum her seferinde. Hafta sonları toparlanıp babasının evine gitmeye üşeniyor bir arkadaşı mesela. Biri üvey annesinden hiç hoşlanmıyor. Geçen gün ışınlanmak hakkında konuşuyorlarmış ve bir arkadaşı "ben ışınlanabilseydim, istediğim zaman annemin evine gitmek isterdim" demiş örneğin:( Ve daha neler, ne düşünceler, ne hisler... Gençler bunları birbirleriyle paylaşıyorlar. Ama büyükler onların bu sıkıntısından ne kadar haberdarlar bilemiyorum? Görüyoruz ki Batılı ülkelerde boşananların sayısı epeyi çoğalmış. Bizim ülkemizde de giderek artıyor. Orhun'un ilkokuldan beri beraber olduğu 1-2 arkadaşının arasında da var anne-babası ayrı olanlar. Onlar da şikayetçiler, onlar da paylaşıyorlar sıkıntılarını. 
   
Hiç kimse sevmediği, anlaşamadığı bir insanla aynı hayatı paylaşmak zorunda değil. Asla... O çok zor bir durum. Fakat evlilik ve boşanma gibi radikal kararlar basite indirgenerek hayata geçirilmemeli diye düşünüyorum. Büyük çoğunluğun ilk etapta evlilikten beklentisinin çocuk sahibi olmak olduğunu kabul edelim. Evleniriz, çocuk sahibi olmak isteriz, aile kurmak isteriz. Çocuklarımızı hayatımızın merkezine koyarız. Peki boşanırken çocuklarımız kararlarımızın neresindedir? Hiç kimse bana "sen ne biliyorsun ki, ne yaşadın?" demesin. Ben de boşanmış anne babanın çocuğuyum. Onlar ayrıldığında kardeşimle yaşımız büyüktü. Liseye gidiyorduk. Anlayış gösterebileceğimiz yaşlardaydık yani. Fakat yine de kolay değildi. Çok abartılı bir durum olmadıkça hiçbir çocuk anne ve babasının ayrı olmasını istemez. Toplantılarda, özel günlerde annesini ve babasını bir arada görmek ister. Gerçi ben o konuda serttim. Yaşım da büyük olduğu için ve kızgın olduğumdan dolayı "siz aynı anda aynı yerde olmak istemezsiniz herhalde, yoksa ayrılmazdınız değil mi?" deyip naletlik ederdim özel günlerde. Ki bu da bir başka boşanmış ebeveyn çocuğu psikolojisidir. 
    Demem o ki... Boşanmalar artıyor. İnsanlar çok kolay vazgeçiyorlar birbirlerinden. İş o aşamaya gelmeden önce daha evlilik arefesinde iyi düşünülmesi gerekiyor zannımca. Aman evleneyim de, çocuğum olsun da ne olursa olsun mantığıyla hareket edilmemeli. Çocuklar çok üzülüyor haberiniz olsun. Ve bu üzgün çocuklar, gençler, geleceğin dünyasını oluşturacaklar. Kalbi kırık bir nesil var sırada gibi geliyor bana. Ha bu durum belki onların tam tersi hareket etmesine, ailelerine, çocuklarına daha sıkı sarılmalarına sebep olacaktır. Böylesi güzel olurdu. Tabii  sıkıntılarını, üzüntülerini, terk edilmişlik duygularını aşıp; farklı yollara sapmayıp o aşamaya gelebilirlerse... Üzgünüm ama durum bu... Pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da gençlerin ve çocukların tarafındayım. 






25 Eylül 2013 Çarşamba

ZEKİ MÜREN MÜZESİ...



    Dün, Türk Sanat Müziği'nin unutulmaz ismi Zeki Müren'in, nam-ı diğer Sanat Güneşimiz'in 17.ölüm yıl dönümüydü. 24 Eylül 1996 günü TRT İzmir Televizyonu'nun kendisi için düzenlediği program sırasında, elinde ilk kez sahneye çıktığında kullandığı mikrofonuyla hayata veda etti Zeki Müren. Bence muhteşem bir veda idi. Böylesine farklı bir sanatçı için anlamlı bir veda... Son yıllarda Bodrum halkı dışında kimse göremez olmuştu kendisini. Sahnelerden, televizyondan uzaklaşmıştı. Herkes merak ediyordu neler yaptığını, günlerini nasıl geçirdiğini. "Çok şişmanlamış o yüzden görünmüyormuş" söylentileri dolaşıyordu ortalıkta. Halbuki kalp problemi vardı Paşa'nın (Bir başka lakap daha). Yani kilo almasını kafaya taktığını sanmıyorum. O son programa çıkmayı kabul ettiğine göre... 
    Evet... Yıllar sonra televizyona çıkması için ikna edildi. Tüm Türkiye görmek istiyordu kendisini. O program sırasında öyle heyecanlandı ki kalbine yenik düştü.       Ne kadar üzüldüğümü, "Keşke gitmeseydi" dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Zeki Müren, belli yaşlardaki insanlar için çok çok önemlidir. Bizimki gibi muhafazakar bir toplum içerisinde çizmiş olduğu farklı tarza rağmen sonsuz saygı görmüştür. Ve ben bayılıyorum böyle insanlara. "Belli yaşlardaki insanlar" dedim ama aslında sanırım öyle değil. Sanırım Zeki Müren her devirde etkileyen bir insan. Bir arkadaşımın oğlunun,       hiç görmediği halde  Müren'e hayran olduğu, durmadan şarkılarını dinlediği geldi aklıma. Çocuk o zamanlar 10-11 yaşlarındaydı. Yıldızlık böyle bir şey sanırım. 
    Sanat Güneşi, son yıllarını Bodrum'da geçirdi. Bodrumlular için gerçekten önemli bir isim. Bizzat anılarını dinlemişliğim vardır uzun yıllardır orada yaşayan tanıdıklardan. Zeki Müren'in Bodrum'u bugünlerde güzel bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Sanatçının 17.ölüm yıl dönümü nedeniyle Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi'nde "Bir Demet Zeki Müren" isimli bir fotoğraf sergisi düzenlenmiş. Medyadan takip ettiğime göre çok fazla kişi tarafından ziyaret edilmiş bu sergi. Sanatçının şarkıları eşliğinde, 140 fotoğraf         Zeki Müren hayranlarıyla buluşmuş. Çok da iyi olmuş. Sergi 30 Eylül'e kadar sürecekmiş. Hala Bodrum'da olanlar, yazı bitirmeyenler varsa bir uğrasın derim. O sergiden çıkıp, bir de Zeki Müren Müzesi'ne uğrasınlar hatta. 
    Zeki Müren Müzesi'ni geçtiğimiz Mayıs ayında ziyaret ettim ve yazacağımdan da bahsetmiştim. Fakat gezi olayları nedeniyle unutup gitmiştim. Dün, Paşa'nın ölüm    yıl dönümü idi madem... Ben derim ki... Müze'den fotoğraflarla bir kez daha anmış olalım kendisini.

Sanatçının Bodrum'da yaşadığı ev, Zeki Müren Müzesi olarak düzenlenmiş.                 Pazartesi günleri kapalı olan müzeye giriş 3 lira. (Kumbahçe Mevkii)


    Nedense "Zeki Müren" deyince, evi de çok şaşaalı olurmuş gibi geliyor insana. Fakat öyle değil. Oldukça sade eşyalarla döşenmiş, sade bir ev.  Tipik, beyaz, Bodrum evi...

    İşte salon... Atatürk resmiyle, gramofonuyla, daktilosuyla, nazarlığıyla, kilimleriyle... 

Mutfak... Çok sade, ufak... 

    


        Duvarlarda Zeki Müren'in fotoğrafları...



Zeki Müren Maksim'de... 

Hayranlardan gelen mektuplar, resimler camekanlar içerisinde...


        Zeki Müren ödülsüz olur mu? Çok fazla ödül sergilenmiş. Gazetelerden, radyolardan tutun da Türk Silahlı Kuvvetleri'ne kadar her yerden ödüller, nişanlar...


    Kişisel eşyalar... Kişi müzelerinde en sevdiğim objeler... Çok duygulanıyorum söz konusu kişinin kullandığı eşyaları görünce:(

    Hoş bir köşe... Ve yıllar öncesinden hoş bir fotoğraf...


    Zeki Müren, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi yani şimdiki ismiyle Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Yüksek Süsleme Bölümü mezunu. Dolayısıyla çok sayıda resim ve desen çalışması varmış. Kimini sergilemiş bir zamanlar. Müzenin duvarlarında da bu çalışmalardan örnekler yer alıyor. Sulu boya, guaj çalışmış genelde. Yağlı boya göremedim ben. Desenlerinin isimleri çok ilgimi çekti. Tam kendisinin naif tavrına uygun isimler. Ve tabii bir de şairane tarafına... Bazı isimleri not almıştım.                         Çiçekler Hep Çilelidir... Sindirella'nın Perdesi... Her Sabah Ağlarım... Mecnun'a Öğüt... Hani Okyanuslar Uçsuz Bucaksızdı?... Göğsüne Leylak Takma Dedim...               Muhteşem değil mi? Sanatçının 300'den fazla bestesi ve çok sayıda şiirinin olduğunu da hatırlatmak gerekir.



    Ve tabii kostümler... Birbirinden iddialı kostümler... Çocukluğumda televizyonda veya gazetelerde gördüğümde bakakaldığım kostümler. Çoğunu kendi elleriyle, hayal gücüyle tasarladığı birbirinden renkli, pırıl pırıl kostümler... Hatırlayacaksınız.



    Ve takılar... Daha doğrusu takıların bir bölümü.


Plaklar... 600'den fazla plak ve kaseti varmış Sanat Güneşi'nin...


Bu da Zeki Müren'in izlediği Bodrum manzarası...


    Bahçede sergilenen arabası... 1976 Model Buick Regal.
 

    Elinde mikrofonu, şarkı söyleyen Zeki Müren... Bodrum manzarasına hakim bir şekilde bahçede yer alan heykelin sanatçısı Tankut Öktem...

    Girişteki plaket... Zeki Müren, servetini TSK Mehmetçik Vakfı'na ve Türk Eğitim Vakfı'na bağışlamış. Bağışı sayesinde yüzlerce çocuk eğitimine devam edebilmiş ve 2002 yılında Mehmetçik Vakfı ve TEV, Bursa'da Zeki Müren'in adına bir Güzel Sanatlar Lisesi yaptırmışlar. Helal olsun diyorum. 


    "Sevgi dolu bir dünyam var... Dört yanımda tüm insanlar... Dünya malı neye yarar?... Dostluklarla yaşıyorum..." Bu şarkıyı döndüre döndüre dinlediğimi hatırlıyorum:) Kasetten tabii:) Kaç yaşındaydım? 13-15? O civarlardaydı sanırım.


   Galiba yaşlanıyorum. Bugünlerde çok fazla "çocukluğumun şarkıcısı, çocukluğumun prensesi, çocukluğumun falanı, filanı" demeye başladım:) Ama insan çok özlüyor eski şarkıları, şarkıcıları, oyuncuları, çizgi filmleri, filmleri... Ve her o eski zamandan biri eksildiğinde ya da eksildiği tarih geldiğinde çocukluktan, gençlikten biraz daha uzaklaştığını hissediyor:( 
Neyse... 
Eğer isterseniz, Bodrum'a gittiğinizde ziyaret edebilirsiniz diyecektim... 







23 Eylül 2013 Pazartesi

DİANA



    Hafta sonları genelde ailecek bir takım faaliyetlerde bulunulur. Geçtiğimiz cumartesi günü eşim ve oğlum beni ektiler. Kendi planları vardı. "Peki! Ne yapalım, olur öyle arada" dedim ve kendi kendime sinemaya gittim:) Tek başıma sinemaya gitmeyi severim aslında. Arada yaparım. "Diana" girmiş vizyona, seanslara bakıp fırladım evden. Evime uzak bir salona gitmek zorunda kaldım, çünkü Beylikdüzü'nde bir tek o salonda oynuyordu. Ve genelde benim görmek istediğim filmler hep o salonda gösterimdedir. Hiç hoş değil. Neyse...
    Diana, 1997'de 36 yaşında ölen Leydi Di'nin hayatının son 2 yılını ve Pakistanlı kalp cerrahı Hasnat Kahn'a olan aşkını anlatan biyografik bir film. Özellikle seyretmek istedim çünkü Prenses Diana'nın hayat hikayesi çok hüzünlendirir beni. Paparazilerden kaçarken trafik kazasında hayatını kaybetmiş olmasından ayrıca etkilenmişimdir. 
   Filme gelecek olursak... Diana'yı Naomi Watts canlandırmış. Yapay durmamış bence. Filmde Diana-Hasnat aşkının yanı sıra, prensesin kara mayınlarının temizliği konusundaki çabası da vurgulanmış. Ve tabii Diana ile paparazziler arasındaki ilişki bol bol irdelenmiş. Prenses'in yaşamının son 2 yılında medyada yer aldığı görüntüler birebir kıyafetlerle, tavırlarla canlandırılmış. 
   

   Ama en çok "aşk" yer almış filmde. Eşi Prens Charles'tan ayrılmak üzere olan, ayrı bir hayat yaşayan Diana sıradan bir vatandaş olan Dr.Khan'a aşık olur. Diana'nın sosyal sorumluluk çalışmaları sırasında tanışırlar. Birbirlerini severler, 2 yıl beraber olurlar ancak dünyaları farklıdır. Khan sadece mesleğiyle uğraşmak istemektedir. Diana'nın her adımının takip ediliyor olmasını kabul edemez. Kültür farkı ve                      din farkı da girer işin içine. Diana, evlenmelerine izin verilmesi için Pakistan'a, Hasnat'ın ailesini ziyarete bile gider ancak aileyi ikna edemez. Özellikle Hasnat'ın annesi Diana'yı sevmiş olsa da İngilizler'den nefret ettiğini ve Hıristiyan gelin istemediğini açıkça belli eder. Hasnat, ailesini ve mesleğini seçer. İşte bu aşamada Diana'nın "hiçbir aile beni istemedi" demesi hüzünlendirir beni. Diana'nın annesi ve babası ayrılmıştır, parçalanmış aile yaşantısı üzmüştür onu her zaman; gelinleri olduğu kraliyet ailesi de tam anlamıyla benimsememiştir onu ve en son Pakistanlı Khan ailesi de aralarına almazlar Diana'yı:( Diana Hasnat'tan sonra bunalıma girer, hemen Mısırlı işadamı Dodi El Fayed ile beraber olur. Aklı Hasnat'tadır. Onu aramaya devam eder ancak Hasnat çok istese de Diana'yı aramaz. Ta ki Diana'nın hayatını kaybettiği güne kadar... O gün telefon eder ancak Diana'ya yetişemez, Diana onu ölüme götürecek yolculuğa çıkmıştır bile. Dodi El Fayed ve Leydi Diana, paparazzilerden kaçarken ölüme yakalanırlar. Filmimiz, Hasnat'ın Diana'nın evinin önündeki anma köşesine Mevlana'nın bir sözünü bırakmasıyla biter ki ben bu sözün ne olduğunu unuturum her zamanki gibi. (Filmde, Mevlana'nın aşk hakkındaki sözleri ve Kuran hakkında konuşmalar bizlere hiç yabancı değil. Hasnat gayet ılımlı bir Müslüman olarak gösterilmiş.) 
   

    Velhasılıkelam hoş bir film olmuş. Aynı zamanda da hüzünlü... Film seyrederken kolay kolay ağlamam ama bunda gözlerim dolmadı desem yalan olur. Sanırım bu durum, Diana'nın benim çocukluğumun ve gençliğimin hüzünlü prensesi olmasından kaynaklanıyor. Bir kadının prenses olsa bile mutlu olamayabileceğine örnek olarak tanıdık biz onu ve aklımda öylece yer etti:(




20 Eylül 2013 Cuma

SALİH MEMECAN... DÜN VE BUGÜN...


    Oğlum 2004 yılında, 2.sınıftayken gittiği kitap fuarından eve elinde "Sizinkiler" karikatür albümüyle dönmüştü. O günden sonra Zeytin ve Limon'un hayranı oldu. Kitabı elinden düşürmüyordu, okula giderken bile yanında taşıyordu. Bu durum arkadaşlarının da ilgisini çekti ve istisnasız bütün sınıf Sizinkiler takipçisi oldu. Her yeni albüm çıktığında anneler, babalar ikna ediliyordu bir an önce satın almak için.     O kadar da ucuz bir şey değildi he! 4-5 yıl bu böyle devam etti. Üstelik sırf bizim oğlan ve arkadaşları için geçerli değildi bu, pek çok evde durum aynıydı. Oğlum sadece karikatürleri okumakla kalmıyor, aynılarını çizmeye çalışıyordu. Arkadaşlarıyla birlikte karakterleri canlandırıp ufak ufak gösteriler yapıyorlardı büyüklerine. Mutlu oluyorlardı, gülüyorlardı, eğleniyorlardı. Böyle bir furya yaşandı bir dönem. Bu furyayı yaratan, çocuklarımızı güldüren, bu sebeple çekinmeden evlerimize misafir ettiğimiz kişi Salih Memecan'dı. Çizimlerine hayran çocuklar sayesinde ünü arttı; peş peşe piyasaya çıkan Sizinkiler albümleri pek çok evde kule gibi üst üste yığıldı; Zeytin ve Limon tiyatro oyunu oldu; çizgi film oldu; tişörtleri, fincanları, oyuncakları çıktı.               Hiç kusura bakmasın, Salih Memecan da o çocuklarla birlikte büyüdü.
    Hesap yapıyorum. İlk albüm 1994 yılında çıkmış. İlgi yaşlarının 6-10 arası olduğunu düşünürsek, Sizinkiler albümlerinin (gazetedeki karikatürlerden değil, albümlerden bahsediyorum) ortaya çıktığı günlerde ve zirvede olduğu 10-15 yıl boyunca Zeytin ve Limon'la gülüp eğlenen, Sizinkiler'in adım adım yükselmesine sebep olan çocuklar bugün ortalama 15-29 yaş aralığındalar. Yani aşağıdaki karikatüre konu olan yaşlardalar. 




        Lafı fazla uzatmayacağım. Bir anne olarak çok üzgünüm. Kendisi "gençlerin kullanılmasına karşı olduğum içim yaptım" demiş fakat ben ne yazık ki bu karikatüre baktığımda o iyi niyeti göremiyorum. Emin olsun ki kendimi zorladım yanlış anlamış olmamak için ve yazı-çizi özgürlüğünü düşündüm bir yandan... Ama olmadı...            Bu karikatürdeki "sen öleceksin" sözüyle, çok erken yaşta hayata veda eden gençlere ve onların yaslı ailelerine saygısızlık yapıldığı düşüncesini atamadım beynimden ve kalbimden. Dün çocuklarımızı mutlu eden bir sanatçının, bugün hayatını kaybeden gençler üzerinden siyaset yapması içimi acıttı:(



17 Eylül 2013 Salı

YÜRÜME BANDI SORUNSALI :)



    Spor yapmam lazım. Çünkü aldığım kalori ile yaktığım kalori miktarı arasında aleyhime gelişen bir fark var:) Bugün kendimi zorladım ve sitenin spor salonuna indim. Evet, bazen iniyorum:) Daha fazla ziyaret etmem gerekir biliyorum ama              o kadar sıkılıyorum ki orada anlatamam. Salonda en fazla kullandığım alet tabii ki yürüme bandı. Fakat bandın üzerinde boşluğa bakarak yürürken sıkıntıdan dakikaları sayıyorum. Neden öyle oluyor bilmem? Mesela o uzay bilmem nesi denen, hem kolları hem bacakları aynı anda çalıştıran aleti kullanırken zaman daha çabuk geçiyor. Ama yürüme bandında dakikalar bir türlü geçmek bilmiyor arkadaş! Ve ilk önce yürüyüp nefesini, nabzını dengelemeden diğer aletleri kullanmak sağlıklı değil. Hem yürüme bandı en kolayı benim için:) MP3'ümü götürüyorum yanımda, müzik dinliyorum ama o da pek faydalı olmuyor zaman geçirmek konusunda. 
    Ben de bugün farklı bir şey deneyeyim dedim, kitap götürdüm yanımda:) Kitabı açtım, göstergelerin olduğu yere dayadım. Öylece açık durmadığı için sol elimle kitabı tutmak zorunda kaldım. Çok fazla sallanmamak için, kendimi bir nebze olsun sabitlemek adına, sağ elimle de o nabız ölçen yeri tuttum devamlı. O şekilde yarım saat okudum, kitaptan kafamı kaldırmadım. 
   Sonuç mu? Bandı durdurup, kafamı kitaptan kaldırdığımda, başımın dönmesinden dolayı bir süre kendime gelemedim:) İçmeden sarhoş oldum. Evet, tam tanımı bu. Aletten indim, yürümeye çalışırken yalpaladım resmen. Neyseki çok sürmedi. Toplam 2 dakika falan çakırkeyifliğin tadını çıkardım:) Şimdi düşünüyorum. Bir daha ki sefere tekrar kitap götürsem mi? :) Hem yürüyüp hem bir şeyler okumak               zararlı mıdır? Ne yalan söyleyeyim, sıkıntıyı önlemek konusunda yürüme bandında kitap okumak, müzik dinlemekten daha çok işime yaradı.
Görsel:Google






14 Eylül 2013 Cumartesi

DOWNTOWN ABBEY VE KEMAL PAMUK



    Bugünlerde Downtown Abbey'e takmış durumdayım. Downtown Abbey, 3 sezon yayınlanmış olan bir İngiliz dönem dizisi. 4.sezon da başlamak üzere. 
    Dönem filmlerine, romanlarına ve dizilerine bayılırım. Bu diziye de bayıldım.                 Belli ki cümle alem sevmiş diziyi. Çünkü Emmy dahil birçok ödüle layık görülmüş. 
    Diziyi uzun uzun anlatacak değilim. 1912 yılında bir malikanede başladığını, 1.Dünya Savaşı ve sonrasında devam ettiğini, malikanenin soylu sahiplerinin yanı sıra hizmetlilerinin de yaşamını anlattığını söyleyebilirim. Kostümlerin, dekorun şahaneliğini de eklemek isterim. 
    Benim asıl bahsetmek istediğim, Kemal Pamuk ismiyle dizide kısa ama önemli bir yer bulan Türk diplomatın yansıtılış biçimi. Seyretmeyenler hemen "yoksa kötü mü tanıtmışlar?" diye düşünmesinler. Tam tersi... Pek güzel, pek hoş tanıtmışlar Türk diplomatı:) 
    Şöyle ki:
    Efendim, bir gün malikaneye ziyarete gelen akrabalardan bir lord, yanında Türk büyükelçiliğinden arkadaşı Kemal Pamuk'u da getiriyor. At üzerinde rüzgar gibi malikanenin bahçesine dalan diplomatımız, evin hanımı ve 3 kızının yanı sıra hizmetçileri bile kendine hayran bırakıyor:) Kadınlar mest olmuş bir şekilde "Hiç Türk'e benzemiyor" diyorlar. Bir tanesi "tanıdığım hiçbir İngiliz'e de benzemiyor" diyor. Ben de, Türkleri yabancı filmlerde ve dizilerde kara kuru, kaba saba, illaki kafasında fesiyle göstermelerine alışık bir Türk izleyici olarak bu noktada mest oluyorum:) "Bravo! Bravo!" diyerek alkış tutacak kıvamda seyrediyorum devamını. Alışık değiliz biz böyle gösterilmeye. Haksız mıyım? Fonda Arap müziği falan da çalmıyordu üstelik.
   
Mr.Pamuğğğk ve Mary:))

    Kemal Pamuk, çok yakışıklı ve çapkın. Giyimine, kuşamına düşkün, titiz. Aynı zamanda bilgili, görgülü ve başarılı da... Evin en büyük kızı Mary'yle daha akşam yemeğinde başlayan flörtleri, gece Mary'nin odasında devam ediyor. Kemal Pamuk, Mary'ye onunla evlenemeyeceğini ama birlikte hoş saatler geçirebileceklerini kafadan belirtiyor:) Mary önce nazlansa da, Kemal'e karşı koyamıyor. Ama güzel şeyler çabuk biter. Genç ve yakışıklı diplomatımız Mary'nin kollarında ölüveriyor:( Evet. Cidden ölüyor. Aniden. Küt diye. Mary, hizmetçisini ve annesini ağlaya ağlaya uyandırıyor. 3 kadın birlikte Pamuk'u odasına taşıyorlar. Çünkü Mary'nin kollarında öldüğü bilinirse uluslararası bir skandal çıkacağı gibi, Mary bir daha asla ve asla koca bulamaz. Ve o tarihte kızlara babalarından miras kalmadığı için zengin birer koca bulmaktan başka şansları yok. Mary "ama çok yakışıklıydı" diye ağlaya ağlaya Pamuk'un gözlerini kapatıyor:) Daha sonra diplomatımızla geçirdiği dakikaları "mutluluğa en yaklaştığım andı" şeklinde tanımlayarak gönlümüzü bir kez daha fethediyor. 
    Kemal Pamuk karakterine tüm izleyiciler bayılmış. Yazarlar belli ki Kemal ismini Mustafa Kemal'den, Pamuk soyadını ise Orhan Pamuk'tan almışlar. Bizde bir köşe yazarı Kemal isminin Masumiyet Müzesi'nden olduğunu düşünüyor ama ben katılmıyorum. O romandaki Kemal karakteri zavallı bir tip. İlerleyen bölümlerde Çanakkale Savaşı'nın da ismi geçiyor ve Çanakkale Savaşı'nın kahramanı herkesin bildiği gibi Mustafa Kemal'dir. Bu dizide yer alan Çanakkale Savaşı söylemleri de tam Türk izleyicisinin hoşuna gidecek türde. Örneğin bir karakter savaşa gitmeyi reddettiğinde şöyle diyor: "Çanakkale Boğazı'nın sularında olmaktansa, hapiste olmayı tercih ederim". Birkaç kere daha savaşın adı geçiyor. 
    Velhasılıkelam, bu dizi hem gözüme hem gönlüme hitap etti. Yazarları gönlüme girdi. Her ne kadar 1912 yılında bizde soyadı kanunu henüz kabul edilmediği için Kemal Pamuk ismi iğreti dursa da... :) 
   

    Dizideki Türk diplomat ve onun yansıttığı karakter çok ilgi çekmiş ve bu bir dönem dizisi olduğu için, gerçekte böyle birinin var olup olmadığını sormuşlar senaristlere. Onlar da bu olayın gerçek olduğunu, fakat isim veremeyeceklerini belirtmişler. Vay!Vay!Vay! diyorum. Bu konuda Radikal gazetesinde bir yazı okudum. O yıllarda İngiltere'de ölen Türk diplomatları araştırmışlar. Birini bulmuşlar. Rüstem Paşa isimli Osmanlı diplomatı İngiltere'de vefat etmiş. Belgelerde paşanın ölüm nedeni belirtilmeden "sabaha karşı 3 sıralarında vefat etmiştir" yazıyormuş.                            Çok ilginç değil mi? 
    Bir İngiliz dizisinde rastladığı karizmatik Türk karakterine sevinen sadece ben değilim:) Google'a Kemal Pamuk yazdığınızda pek çok haber ve yorum göreceksiniz. 
    Konuyu merak edenlere, dönem dizilerini sevenlere, "hangi diziye başlasam" diyenlere, klasik aşk romanları tadındaki Downtown Abbey'i şiddetle tavsiye ederim. 





12 Eylül 2013 Perşembe

ADAM OLMAK



"çevrende herkes şaşırsa, bunu da senden bilse
sen aklı başında kalabilirsen eğer
herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır
hem kendine güvenebilirsen eğer
bekleyebilirsen usanmadan
yalanla karşılık vermezsen yalana
kendini evliya sanmadan
kin tutmayabilirsen kin tutana 

düşlere kapılmadan düş kurabilir
yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer
ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir
ikisine de vermeyebilirsen değer
söylediğin gerçeği eğip büken düzenbaz
kandırabilir diye safları dert edinmezsen
ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz
koyulabilirsen işe yeniden

döküp ortaya varını yoğunu
bir yazı-turada yitirsen bile
yitirdiklerini dolamaksızın dile
baştan tutabilirsen yolunu
yüreğine sinirine dayan diyecek
direncinden başka şeyin kalmasa da
herkesin bırakıp gittiği noktada
sen dayanabilirsen tek

herkesle düşüp kalkar erdemli kalabilirsen
unutmayabilirsen halkı krallarla gezerken
dost da düşman da incitemezse seni
ne küçümser ne de büyültürsen çevreni
her saatin her dakikasına
emeğini katarsan hakçasına
her şeyiyle dünya önüne serilir
üstelik oğlum adam oldun demektir."


                                                     KİPLİNG - Adam Olmak
                                                     Çeviri: Bülent Ecevit

           

4 Eylül 2013 Çarşamba

TAMPA (AMERİKA GÜNLÜĞÜ -3 )



    Amerika Notları 1, 2 derken... Sıra geldi 3. ve son durağa... Yani Tampa'ya... Bir önceki yazımda Orlando Universal Stüdyolarında nasıl eğlendiğimizden bahsetmiştim. Şimdi dinlenme zamanı...

    Orlando-Tampa arası araba ile yaklaşık 1,5 saat sürüyor. Yollar geniş ve rahat.


    Burada konaklayacağımız oteli de Booking.com'dan seçtik.  Best Western By Harbor Hotel... Otel'e vardığımızda lobide adım atacak yer olmadığını gördük. Bunun nedeni, %90'ının -en kabul gören tabirle- Afroamerikalılar'dan oluştuğu bir motosikletçi grubu ile aynı anda giriş yapmamızdı. Yalan yok, önce bir tırstık:) İri yarı, siyah deri yelekli adamlar; benzer şekilde giyinmiş iri yarı kadınlar. Hepsinin yeleğinde grubun amblemi işli. Hepsi bir ağızdan bağıra çağıra konuşuyorlar. Kapının önünde renk renk, ilginç arabalar, motorlar... Arabalardan R&B, Hip Hop tarzı şarkılar yükseliyor. Hem de bangır bangır... Amerikan filmlerinden birindeyiz sanki. Kaç kişilerdi bilmiyorum ama bu arkadaşlar grubun Florida ayağını oluşturuyorlarmış. Yani çok kalabalıklardı. Nasıl geçer bu hafta sonu dedik doğal olarak. Biz 6 gün konaklayacaktık, 2 günün gürültülü patırtılı geçeceği kesinleşmiş oldu. Bir de otelin bünyesinde, hemen bitişiğinde Hogan Beach denen bir mekan vardı ve biz gitmeden önce oradaki gürültüden şikayet edenleri de okumuştuk yorumlarda. Ama yine de manzarasının güzelliği ve belki biz de akşamları Hogan Beach'teki eğlencelere katılırız düşüncesiyle bu oteli tercih etmiştik.


    Korktuğumuz gibi oldu mu peki? Aslında olmadı. Evet, motorcu grup sabahlara kadar kapıları çarparak, yüksek sesle gülüşerek, konuşarak epeyi gürültü yaptılar. Ama biz demek ki gün içinde nasıl yorulduysak geceleri öyle bir uyuduk ki, eşim ve oğlum hiç rahatsız olmadılar, ben ise uykumun arasında hayal meyal duydum koridordaki gürültüleri. Hogan Beach'in gürültüsü ise 6.katta olduğumuz için, kapıyı pencereyi kapadıktan sonra bize pek ulaşmadı. Ayrıca insanlara önyargıyla yaklaşmamak gerektiğini bir kez daha deneyimlemiş olduk. İlk önce çekindiğimiz insanların her karşılaşmamızda muhakkak selam verdiklerini, en ufak bir rahatsızlık verdiklerini hissettiklerinde özür dilediklerini ve çok sıcak insanlar olduklarını anladık. Amerika'nın farklı bir yüzünü, farklı bir grubunu tanımış olduk. İyi bir deneyim oldu. Fakat yine de pazartesi olup oteli terk etmelerinin, huzura ve sessizliğe kavuşmak açısından çok iyi olduğunu düşünüyorum.
    Bu oteli tavsiye edip etmemek konusunda kararsızım. Daha önce de bahsettiğim Amerika'ya özgü o ağır koku bu otelde fazlasıyla yoğundu. Bir de Clearwater denen plajlara ortalama 30-40 dk. kadar uzaktı ki, biz gitmeden 10-15 dk.olduğunu düşünüyorduk. Her gün Clearwater'a gidip geldik ve yol epeyi bir vaktimizi aldı. Eğer Tampa'ya gitmeyi düşünen varsa, konaklamak için Clearwater'ı tercih etmelerini tavsiye ederim.
 
 Otelimizin en olumlu, en hoş tarafı işte bu manzaraya şahit olmaktı.

Havadaki bir pelikan

    Balkonumuz özellikle güneş batarken enfes renklere bürünen bir manzaraya açılıyordu. Sabah ayrı, akşama doğru ayrı, gece ayrı güzellikte bir manzaranın keyfini çıkardık.

Karşıda görünen adacık da bir plaj-restoran



    Her gün Clearwater'a gittiğimizi söylemiştim. Otelin önündeki deniz girilecek gibi değil. Zaten Clearwater varken başka yer aramıyor hiç kimse. Clearwater, Tampa'nın en meşhur plajı. Upuzun, bembeyaz, keyifli bir kumsal...


    Bir gün hariç, her gün buradaydık. Kumlar beyaz, gökyüzü masmavi, gözleri fena yakıyordu. Deniz, kumlu ve sıcak sevenler için uygun. Ben daha serin ve taşlı severim ama ne yaparsın ki burası Meksika Körfezi. Bol bol yüzdüm çünkü yüzmeyi çok seviyorum.

    Hava çok sıcak. Güneş her zaman yüzünü göstermiyor ama yine de şemsiyesiz oturmak imkansız. Yerliler şemsiyelerini ve şezlonglarını yanlarında getiriyorlar. Bizim gibi dışarıdan gelenler ise kiralıyorlar. 2 adet sandalye ve 1 şemsiye, saat 14.00'ten önce 20 dolar, 14.00'ten sonra 15 dolar. (Bence önemli bir ayrıntı: Arabayı sokağa park edemedik. Aslında park edebilirdik ama çekerler diye çekindik. Park edenler vardı. Otoparkı tercih ettik. Tıpkı bizdeki gibi çok sayıda otopark var. Bizdeki gibi boş arsalar bile otopark olmuş. Park ücreti olarak plajda olduğumuz saatlerde günlük 15 dolar ödedik).



    Plajda o kadar çok martı vardı ki... Yiyeceğini biraz yüksekte tutsan hepsi üstüne çullanıyor. Biraz ürkütücüydü doğrusu.


    Bazen güneş batana kadar plajdan ayrılmadık. Memleketimizi çok özledik, biz "ne olursa olsun, ille de Türkiye" fikrinde bir aileyiz ama her karmaşadan uzakta; dalga ve martı sesleri, çocuk cıvıltıları arasında birkaç gün kafa dinlemek gerçekten iyi geldi.



    Yazın tatlı günleri... Bir tarafta güneşlenenler, kitap okuyanlar, diğer bir tarafta çocuklarıyla kumdan kale yapanlar, top oynayanlar, denizde şakalaşanlar, bir de aşağıdaki fotoğrafta olduğu gibi, iki ağacın arasına gerdiği ipin üzerinde dans ederek kendilerine hayran bırakan gençler...


      Çok ama çok seviyorum yaz mevsimini ben.
 
    Amerikan gençliği dans ediyor ama bol bol da sörf yapıyor, kaykayla kayıyor. Her yer sörf mağazası dolu. Renk renk kaykaylar da satılıyor mağazalarda.


    Plaj haricinde Clearwater hemen hemen böyle bir yer.


 


    Öğle yemeklerini plaj çevresinden atıştırmalık bir şeyler alarak hallettik. (Her zaman en kalabalık yer, plajın hemen dışındaki McDonalds'tı). Akşam yemeklerini ise ya yine Clearwater'daki, ya da otelimizin civarındaki restoranlarda yedik. Bir akşam plajın hemen dışındaki Yunan restoranında yedik ama baklava hariç tanıdık hiçbir şey yoktu menüde ki baklava da bizim zaten:) Ha orada bir de salatada güzel beyaz peynir vardı, özlediğimiz için iyi geldi. Sahibine Türk olduğumuzu söyledik "Ooo! Komşu!" yaptı klasik olarak. Uyduruk bir Yunan restoranı olarak çok kalabalıktı. Zor yer bulduk. Clearwater'a kesinlikle bir Türk restoranı lazım. Alem yemek görür böylece. (Belki vardır ama tam plaj çevresine lazım. Millet denizden çıkıp yemeğe saldırıyor). Her neyse... Amerika'da tavuk, pizza, karides yedik bol bol. Hamburgeri tercih etmedik. Bir gün McDonalds'ı denedik ki burada asla gittiğimiz bir yer değildir. Yerinde deneyelim hesabı... Akşam yemeklerine 3 kişi ortalama 40-80 dolar arası ödedik. Yiyecek pahalı değil ve porsiyonlar kocaman kocaman. 

    Madem yemekten açıldı konu... İki ilginç mekan ismi vermeden geçmeyeyim. İlki The Cheesecake Factory... Yine gitmeden önce ismini duyduğum bir mekandı. Amerika'ya gidenler "aman orada cheesecake yemeden dönmeyin" diyorlardı. Ben de tatlıyı çok sevdiğim için kafayı taktım fakat tatilin son günü nerede olduğunu bulabildik. Gördük ki sadece cheesecake satmıyor, aynı zamanda bir restoran. Epeyi şık ve kalabalık bir restoran. İçeri girdik, elimize bir alet verdiler, beklemeye başladık. Sıramız gelince aletin kırmızı ışığı yandı, yerimize geçtik. Garsonumuz Cassandra ile tanıştık. The Cheesecake Factory'nin menüsü çok zengin. Biraz bizim mutfağımıza yakın yiyecek bir şeyler bulabildik ve çok memnun olduk. Mesela ben köfte yedim ve hiç fena değildi. Kare şeklindeydi o ayrı:) Porsiyonlar o kadar büyüktü ki anlatamam. İstisnasız herkes giderken, garson ellerine bir paket veriyordu. Ben de bu paketlerde cheesecake var ve evlerine götürüyorlar sandım niyeyse. Sonradan anladık ki herkes yiyemediğini paket yaptırıp götürüyor:) Biz olsak biraz şık bir yerde asla kalanı paket falan yaptırmayız. Birkaç ülke gezdim çok şükür ve her defasında bizim çok kasan, başkalarının ne yaptığıyla çok ilgilenen, dolayısıyla da kendi hareketlerini kısıtlayan, rahatsız insanlar olduğumuzu fark ettim. Millet rahat! Biz de biraz rahat olabilsek keşke. Neyse... Yine konu dağıldı. 


    Yukarıda görülen cheesecakeler var ya... Onların 3 katı kadar daha çeşit olduğunu düşünün. Çok çeşit vardı çok. Seçmek zordu haliyle. Ve porsiyon yine inanılmaz büyüktü. Kısacası tavsiye ederim.

    Tampa'da bir akşam ziyaret ettiğimiz bir başka ilginç restoran ise Hooters. Bilenler gülümsemeye başladı bile:) Çünkü bu restoran kısacık şortlarıyla servis yapan, güzel garson kızlarıyla ünlü. Yaklaşık 30 yıllık bir mekan. Ünlü Hooters kızları dergilere kapak olmuşlar, filmlerde oynamışlar vs. Restoranın içinde bunların her birinin görüldüğü müze gibi bir köşe var. Bir de ayrıca Hooters baskılı tişörtlerin, bardakların, çocuk kıyafetlerinin, kalemlerin satıldığı küçük bir satış bölümü... Şöyle ki:




   
    Hooters'taki garsonumuzun adı da ne hikmetse Cassandra idi. Şansımız Cassandra'dan açıldı.  Garson kızımızın fotoğrafını eklemek konusunda kararsızdım ama hadi ekleyeyim:)

  Hooters, çoluk çocuk herkesin geldiği hoş bir restoran. Öyle hafif bir mekan gibi düşünülmesin. Hoşluğuna hoş ama yemekler için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Çıtır tavuk ve karides yedik, zaten bu tip şeyler vardı sadece. Fakat çok yağlılardı. Üstelik tabak, çatal, bardak gibi elemanların temizliğinden hiç ama hiç emin değilim. Gittik gördük işte. Bu arada Hooters'ın dünyada pek çok şubesi varmış ve Türkiye'de de 3 şubenin açılacağı haberleri var. Burada nasıl olur merak ediyorum açıkçası. 
    Amerika'da her restoranda, her kafede, her barda televizyon var. Hatta "televizyonlar" demeliyim. Ve  hepsinde de ya beyzbol, ya da amerikan futbolu maçları açıktı. Büyük çoğunluk kafayı kaldırmış bunları seyrediyordu.  
    Yeme içme faslı bu kadar yeter. Biraz da Tampa'nın havasından bahsetmek lazım. Tampa bilindiği gibi Florida eyaletinde. Bölgede Temmuz-Ağustos ayları fırtına mevsimiymiş aslında. Şanslıydık, fırtınaya rastlamadık ama yağmuruna ve kapkara bulutlara şahit olduk. Yağmur da yağsa hava çok sıcak. Hava günlük güneşlikken birden kapkara bulutlar sarabiliyor gökyüzünü ve sağanak bir yağmur başlıyor. Mesela şöyle:



İlginç değil mi? Çok güzel aslında. Çok değişik. Yukarıdaki otel odamızdan çektiğimiz bir fotoğraftı. Bir de yoldayken yakalandığımız fırtınamsı şeye örnek vereyim. 



    Bir de akşam gökyüzü mosmor bir görünümdeyken çakan şimşekler var:



    Tampa'da her saat ve her gün hava farklı bir renkteydi. Çok ilgimizi çekti haliyle. Hep fırtına mı olacak? Bazen böyle hoş, şeker gibi gökyüzüne de şahit olduk:



    Gerçeği bundan daha pembeydi inanın. İlk defa böyle pembe bir gökyüzü gördüm.
    Her gün "Hava bugün nasıl olacak acaba?" endişesiyle uyansak da, şansımız yaver gitti ve plajda olduğumuz günlerde hiç yağmura yakalanmadık. Denizle işimiz bitince yağmur yağdı hep:) 
    Havanın kapalı seyredeceğine inandığımız bir gün (o da pazar günüydü ve hafta sonu plajın da kalabalık olacağı belliydi) benim önceden kafama koyduğum             Salvador Dali Müzesi'ni ziyaret ettik. En az bir müze görmediğim tatile "tatil" demem ben. 



    Az ama öz bir sanat molası bu bizim için. "Öz" diye nitelendirmemin sebebi müzeye ve eserlere hayran kalmış olmamdır. Tamam Salvador Dali hepimizin malumu... Fakat devasa Dali eserlerini birebir görmek bambaşka bir şey. Tampa Salvador Dali Müzesi küçük bir müze ancak sanatçının çok önemli eserlerine sahip. Mimari yapısı, sanatçının müze bünyesindeki bir eserinden esinlenerek oluşturulmuş. Ve böyle hoş görüntüler çıkmış ortaya. 





   Eserlerin bulunduğu alanda fotoğraf çekmek yasaktı tabii ki. Yoksa en azından birkaç kare çekip anlatmak isterdim. 
   Müzeye giriş yanlış hatırlamıyorsam yetişkinler için 26, öğrenciler için 15 dolardı. Hediyelik eşya dükkanında çok fazla çeşit vardı ve fiyatlar fena değildi. Dükkanda da epeyi zaman geçirdik çünkü her şey çok hoştu.



       Salvador Dali Müzesi, Tampa'nın St.Petersburg denen bölgesinde yer alıyor. 
St.Petersburg
  St.Petersburg, fonda görüldüğü gibi hoş bir marinası, küçük bir hava alanı, güzel evleri, restoranları olan şık bir bölge. Otelimize yaklaşık 15-20 dk. uzaklıktaydı. Yolda bol bol tipik Amerikan evlerine rastladık.



    Bayrağa dikkat! Hemen hemen her evde var. Bu konuda bizim ülkemizle karşılaştırarak çok şey söyleyebilirdim ama yazının farklı yerlere gitmemesi adına şimdilik susuyorum. Yorum sizin.
   Neyse... Konumuza dönelim. St.Petersburg'u pek gezemedik ama hem gördüğümüz kadarıyla, hem de gitmeden önce araştırmamdan biliyorum ki güzel bir yer. St.Petersburg'ta da konaklanabilirdi aslında. Bu arada, müzeye yağmurlu bir günde gittiğimizi söylemiştim ama fotoğrafta hava gayet açık görünüyor. Aldanmayın. Gerçekten yağmurlu ve kapalı bir gündü. Florida'nın, dolayısıyla da Tampa'nın havasının an be an değişebildiğine bir örnek.

    İşte Tampa macerası da böyleydi. Ne anlatayım başka? Hogan Beach'ten bahsedebilirim biraz. Hani şu otelimizin dibindeki plaj, restoran, bar karışımı mekandan... Hogan ismi Hulk Hogan'dan geliyor. Mekan Hulk Hogan'ın bir arkadaşına aitmiş. Hogan da bazen geliyormuş ama biz rastlamadık. Restoranın girişinde Hogan'ın Amerikan Güreşi zamanlarında kullandığı eşyalar, filmlerinden kareler, afişler vs. sergileniyor.



    Plajın ambleminde de Hogan var, her yerde Hogan var. Restoranında hiç yemek yemedik ama akşamları bazen içeride bazen dışarıda bara takıldık. 



    Akşamları genelde canlı müzik oluyordu. Bir gün "Karaoke Gecesi", bir gün "Kadınlar Gecesi", bir gün "Reggae Gecesi" falan derken her gün dans edip eğleniyordu Amerikalı arkadaşlar. Ayaklarda yine parmak arası terlikler:) (Taktım ben bu parmak arası terliğe. İlk yazımı okumayanlar anlamaz ne demek istediğimi:))


Yağmur yağmış, dışarısı boş. Hogan Beach.
 Biraz da alışveriş... Markasız olanından. Aaa! Aşağıdaki tişörte bakar mısınız? Adamlar başkanlarını mı eleştirmişler? "Uyuşturuyor, uyuşuyor" falan mı demek istemişler acaba? Cık cık cık! Çok ayıp. Başkanlar eleştirilmez. 



    İşte böyle! Toplam 3 yazıda, anlayabildiğim kadarıyla Amerika'yı, Orlando ve Tampa'yı anlatmaya çalıştım. Bir güzel eğlendik, dinlendik, bence her yerden güzel olan ülkemize döndük. Gezmek, görmek, öğrenmek çok keyifli ama tüm samimiyetimle söylüyorum, insanın evi gibisi yok. Uçağımızda filmlerimizi seyrede seyrede (bakınız ilk yazı) evimize döndük. Dönerken Alp dağları'nın üzerinden geçtik böyle. 



    Müthiş değil mi? 

   Olur mu, olmaz mı? derken, gittik de döndük bile. Hoş hatıralar kattık hatıralarımıza. Gördüğümü, gözlemlediğimi aktarmayı becerebildiysem ne mutlu bana.