31 Ocak 2015 Cumartesi

KOS ADASI... YAKIN VE TANIDIK...

    Thessalia kralı Phlegyas'ın Koronis adlı bir kızı vardır. Efsane bu ya... Kralın kızı ile tanrı Apollon sevişirler ve Koronis gebe kalır. Fakat Koronis bir başkasıyla daha birlikte olur. Olimpos'un efendisi Zeus'un oğlu olan Apollon çok sinirlenir bu duruma. Koronis'i korkunç bir cezaya çarptırır. Bir odun yığınının üzerinde diri diri yanmak... Kadın can vermek üzereyken, Apollon kendi kanından olan çocuğun yok olmasına dayanamaz ve annesinin karnından çeker alır onu. Ve yetiştirmesi için at adam Kheiron'a teslim eder. Kheiron doğanın sırlarına ermiş bir varlıktır. Çocuğu büyütürken ona hekimliği, şifacılığı da öğretir. Böylece Yunan dünyasında hekim tanrı olarak bilinen Asklepios doğmuş olur. Yunan dünyasında onun sanatını devam ettiren hekimlere Asklepiades, yani Asklepios Oğulları denir. Asklepios oğullarından biri de meşhur Hippokrates'tir. Yani tüm dünyada tıp okullarından mezun olmadan önce edilen meşhur yeminin isim babası Hipokrat... Hipokrat, modern tıbbın mücididir ancak Asklepios'un soyundan geldiğine inanılır ve bu yüzden hayatı hakkında anlatılanların ne kadarı gerçektir, ne kadarı efsanedir bilinmez. Kesinliği tartışılmaz olan şey, 
Ege kıyılarımızın hemen karşısında yer alan Yunan adası Kos'ta doğmuş olduğu, buradaki Asklepion'da (Asklepios'a adanmış, okul ve hastane görevi gören tapınaklar) hekimlik ve hocalık yaptığıdır. *
    Hipokrat Yemini önemli. Uyanı var uymayanı var. Yüzyıllar önce düşünmüş Yunanlı, tıbbın etiği olmalı demiş, insan önemlidir demiş, etmiş yeminini. Yeminine uymayan doktorun günahı boynuna diyoruz ve şimdi atıyoruz kendimizi Kos Adası'na. Hipokrat'ın doğduğu yere... Osmanlı zamanındaki ismiyle İstanköy'e...

    Ada, Bodrum'un yalnızca 8 mil açığında yer alıyor. Bodrum'dan çeşitli şirketlere ait feribotlarla, katamaran tipi gemilerle kısa sürede geçmek mümkün. Yolculuk kısa ancak giriş-çıkış işlemleri için oluşan kuyruk uzun. Yalnızca Türk turistler tercih etmiyor Kos'u, dünyanın her yerinden gelen ziyaretçiler var. Yunan pasaport polisi Türk olduğunuzu anlayınca Türkçe "Merhaba" diyor ve mutlu mutlu adım atıyorsunuz komşu topraklara.  
 
       Kos Adası, küçük olmasına rağmen, Batı Uygarlığı'na temel oluşturan Antik Yunan döneminin görkemini yaşamış bir bölge. Sonrasında İskender'in fethi, daha sonra Roma İmparatorluğu'nun egemenliğine giriş... Agora, Asklepion, Odeon ve Roma evi tüm bu dönemleri gözlemleme imkanı veren tarihi mekanlar. Ege kentlerimizden alışık olduğumuz ören yeri manzaraları... Antik alanlardan çıkarılan eserler ise Arkeoloji Müzesi'nde. Geçtiğimiz Ağustos ayında günübirlik gerçekleştirdiğimiz Kos gezisinde en çok görmek istediğim yerlerdendi Arkeoloji Müzesi ve Roma Evi. Ne yazık ki ikisi de restorasyondaydı. En çok turistin olduğu zamanda yersiz bir hareket.
Agora

    
    Müzeleri gezemedik, o zaman kaleye bir göz atalım. Feribottan iner inmez turistleri karşılayan Şövalyeler Kalesi -eski adıyla Neratzia Kalesi- Rodos Şövalyelerinin 1315'te adaya gelip burayı kontrol altına almasıyla yapılmış. Bugün içerisinde antik kalıntıların yanı sıra, Osmanlı mezar taşları, toplar, gülleler, kitabeler de sergilenmekte.




Kaleden limanın görüntüsü. Dizi dizi turist otobüsleri, otomobilleri.


    
    Naretzia Kalesi, şehir merkezine bir köprüyle bağlanıyor. Köprüyü geçip, palmiyelerle gölgelenmiş Akti Kountouriotou caddesine iniyoruz. Kısa süre içerisinde turistlerin karikatürlerini çizen yerel sanatçılar cadde boyunca sıralanmış müşteri bekliyorlar. 


        Kos Adası, 1525'ten 1912'ye kadar, yaklaşık 400 yıl boyunca Osmanlı hakimiyetinde olmuş. Osmanlılar 1525'te adayı Rodos şövalyelerinden alıp, 1912'de Birinci Dünya Savaşı sırasında İtalya'ya bırakmak zorunda kalmışlar. Ada'da Osmanlı İmparatorluğu'nun izini sürmek isteyenler için, her ikisi de ibadete açık olan Cezayirli Hasan Paşa Camii (1776) ve Deftardar Camii (1724) önemli.
Cezayirli Hasan Paşa Camii

Defterdar Camii
    
    Defterdar Camii'nin bulunduğu Elefterias Meydanı'nda ayrıca Arkeoloji Müzesi ve İtalyanların döneminde yapılan kapalı bir pazar yeri de bulunuyor. 
Restorasyonda olan Arkeoloji Müzesi

Sağda İtalyanlardan hatıra kapalı pazar yeri

    Ada'da birkaç saat geçirebildiğimiz için plajlarını ve geceleri oldukça hareketli olduğu söylenen tavernalarını deneyimleme fırsatı bulamadık. Liman caddesinden kalkan küçük gezi otobüslerine bindik ve ancak o vesileyle plajlara kısa bir göz atabildik. Fakat bunlar merkeze yakın olan plajlardı. Şehir dışındaki Kardemena, Tigaki, Kefalos, Therma, Marmari, Markos gibi plajları bir başka sefere, konaklamalı ziyaret planlarımıza bıraktık. Ve bir de çok merak ettiğim Zia köyünü.
    Tur otobüsleri süre ve ücret açısından çeşitli. Hepsinin talibi çok. Biz rastgele atladık birine. Yaklaşık yarım saat sürdü yolculuk. Ücreti 5 Euro'ydu. Ancak bizim otobüsümüz merkezden 4-5 km. uzaktaki Asklepion'a gitmedi ne yazık ki. Küçük turumuz sırasında az sayıda fotoğraf çektim, şöyle birkaç görüntü yakalayabildim.


    
    Yunan Adaları'na, Bodrum'a yakın olması nedeniyle özellikle de Kos Adası'na Türkiye'den giden çok sayıda turist var. Bu yüzden blog sayfalarında da çokça yer alıyor. Ziyaret etmeyi düşünenler her türlü bilgiyi kolayca bulabiliyorlar internette. Benim birkaç saatlik Kos maceram böyleydi. Kültürel bir gezi olmasını istedim ancak müzelerin kapalı olduğu zamana denk geldim ne yazık ki. Zaman kısıtlaması da doya doya tadını çıkarmama engel oldu. Kalabalık nedeniyle Bodrum'dan çıkış, Kos'a giriş, Kos'tan çıkış, tekrar Bodrum'a giriş birkaç saatini alıyor insanın. En iyisi en azından bir gece konaklamak ve gece hayatının da tadına varmak sanırım. 
    Dikkat edilirse, yazının başında andığım Hipokrat'ın gölgesinde ders anlattığı söylenen meşhur çınar ağacını fotoğraflamadım. Çünkü yaklaşık 2400 yıl önce yaşayan birinden söz ediyoruz. Tamam söz konusu çınar da oldukça yaşlı. Fakat 2400-2500 yıllık olduğunu düşünmüyorum ki birkaç yerde ağacın 500 küsur yaşında olduğunu okumuştum. Bunlar bana ucuz turist numaraları gibi geliyor, o yüzden çekmedim fotoğrafını. Ama Hipokrat'ı ve çevresinde toplanmış onu dinleyen ada halkını simgeleyen bu heykelin fotoğrafını ekleyebilirim:)


    Yeme içme konusuna da değinemedim çünkü herkesin yaptığı gibi aslında bir Ege adasında yenmesi gereken deniz ürünlerini tatmadık biz. Orhun balık istemedi ve neden bilmem biz de ona uyduk. Liman caddesi üzerinde, menüde dünya mutfağından yemeklerin olduğu şirin bir kafede oturduk. Sonrasında Elefterias meydanında bir dondurma molası verdik. Bu yazıyı yazarken kestim, Orhun'un yanına gidip "Senin yüzünden balık yemedik Kos'ta" dedim ve geri geldim:) Kabul ediyorum adada balık yememek saçma bir hareketti. Bunu da bir başka sefere bırakıyoruz. 
    Kos'ta yeme içme, hediyelik vs. ucuz olmasına ucuz ama beklediğim kadar değil. İster istemez kıyaslama yaptım, bu sene yaz tatilini geçirdiğimiz İspanya çok daha ucuzdu. (En azından Malaga ve Granada). Kos'ta yemek yediğimizde hesaba 6 euroluk bir servis ücreti eklemişlerdi ki malum bu her yerde olan bir uygulama değil. Sadece yazın kazanıp kışı idare ediyorlar deyip geçmek lazım sanırım.

    Kos hakkında aklımda kalanlar bunlar. Şirin, ziyaret edilesi ancak oldukça kalabalık buldum ben. Bir de tarihi yerleri daha iyi korumaları gerektiğini düşünüyorum. Tabii yüksek sezonda müzeleri kapamalarının saçma olduğunu da... Şimdi... Fikir olması için birkaç fotoğraf daha ekleyip ve bir daha ki sefere konaklamalı ziyaret dileyip bitirmeli bu yazıyı. 

St.Paraskevi Kilisesi (1931-1932)

Agora'da sokak hayvanları için bağış kutusu

St.John Kilisesi (15.yy.)










    * Kaynak: Mitoloji Sözlüğü, Azra Erhat. Remzi Kitabevi

       NOT: Ada'ya 2017 yılında daha uzun bir ziyaret gerçekleştirdik. Bu sefer hiçbir restoranda hesaba eklenmiş servis ücretine rastlamadık.
       2017 yazındaki seyahatin yazısı BURADA

     





       



25 Ocak 2015 Pazar

ANNEMİN OTOBİYOGRAFİYLE İMTİHANI...

   
Görsel:Pinterest,examiner.com

    En son okuduğum kitapta, Paul Russel'ın yazdığı Sergey Nabokov'un Gerçekdışı Yaşamı'nda şöyle diyor Sergey: "...Bizim göçmen çevrelerinde hayli popüler olan eşsiz yazar V.Sirin'in son romanında, mahkum bir adam, ne kadar zamanım kaldığını bilmeden nasıl yazmaya başlayabilirim, diye sorar kendine. Dün belki de yeterli zamanı vardı, bunu fark edince nasıl da kederlenir, keşke dün düşünseymiş başlamayı."* 
Ve ondan sonra başlıyor bizlere hayatını anlatmaya.
    Birçok kişinin aklında, hayalinde vardır aslında hayatını yazma isteği. Öyle değil mi? Nedendir bilmem. Basit bir içini dökme isteği midir bu?  Yoksa ölümlü olduğumuz  gerçeğinin, bilinçaltımızdan ara sıra çıkmaya çalışıp bizleri usul usul  yoklamasıyla tetiklenen, geriye bizden bir iz bırakma dürtüsü mü? Ya da her insanda az ya da çok yer ettiğini düşündüğüm narsist duyguların tezahürü mü? 
   Konuyu şuna bağlayacağım. "Birçok kişinin aklında, hayalinde vardır" dedim ama inanın annemin de hayatını yazma işine girişeceğini düşünemezdim:) Evet. Annem hayatını yazıyor. Ciddi ciddi. "Ne var bunda?" diyebilirsiniz ama annemin ben bir şeyler yazıp çizdikçe nasıl tepki verdiğini bilseydiniz böyle demezdiniz:) Çocukken çok okurdum, devamlı bir şeyler çizerdim, yazardım. Annem "Gözlerini bozacaksın" diyerek başımın etini yerdi. (Gerçekten de küçük yaşta bozuldu). Bir de titiz ve düzenli bir insan olduğu için kitaplarımın, kalemlerimin, kağıtlarımın, defterlerimin ortalarda olmasına sinir olurdu. Ortada gördüklerini atmakla tehdit ederdi beni ve hatta bir kere evi toparlarken çok sinirlenip atmışlığı da vardır:) Tabii ben hemen çöp kutusundan geri aldım o ayrı. Hala kendi evimde bile ortada kağıt kalem görünce söylenir ve hala gözlerimi yorduğumu söyler. "Yine mi kitap aldın?" sorusu da cabası. Ben de ona "Desteklerin için çok sağol" derim "Kitap düşmanı" diye takılırım ama gerçekten şaka yollu olur bu çünkü herkesin huyunun, yapısının farklı olduğunu bilirim. Dağınıklığım anneme ters gelebilir. Herkes aynı şeylerden keyif almayabilir de. Üstelik benim kitaplarımın arasından alıp alıp okuması gibi bir gerçek de var ortada:)
    Velhasılıkelam, bana hayatı zindan eden bu kadın(!) hayatını yazmaya başlamış. Epeyi de yazmış anlattığına göre fakat kimseye okutmadı henüz. Peki ben ne yaptım bu durumda? Onun yaptığını yapmadım tabii:) "Harika bir fikir!" diye atladım olaya ve ona güzel bir defter aldım. "Bu bana yetmez" dedi. "Biliyorum" dedim:)  Daha alacağım. "Dönem olaylarını da kat aralara" dedim. "Önemli siyasi, toplumsal olayların çevrenizde nasıl karşılandığından bahset" dedim. "Bizim için birer nostaljik simge olan ünlü kişileri yaz"dedim. Ne bileyim Ajda Pekkan, Zeki Müren gibi starları gazinolar faalken kanlı canlı izledi sonuçta. Bülent Ersoy'u cinsiyet değiştirmeden önce gazinoda dinlemiş bir insan, öyle diyeyim ben size:) Ayrıca İstanbul'u benim akranlarımdan çok daha farklı yaşaması önemli bir ayrıntı. Bu kadar bozulmamışken, bu kadar kalabalık değilken... "Yazları Yeşilköy'deyken yan komşumuz Yüzbaşı'nın akşamları keman çalmasına bayılırdım" diye anlatırdı bana çocukken ki ara sıra bunu kafamda hayal ederim. Düşünün, dönem 50'lerin sonu, 60'ların başı. Müthiş değil mi? Daha bir çok ayrıntı. "Öyle yapıyorum ama uzun oluyor" dedi. "Olmaz, ayarlarız" dedim. Ama ben annemi tanıyorsam içinde bol bol şikayet vardır. "Annem bana öyle etti, eşim bana bunu dedi" vs. :) Çok takıştığı birisi için "Lütfen onu çok şikayet etme, çok derinlere girme" dedim. "Daha oraya gelmedim, yazıcaaaaam!" dedi:) Yandık. Umarım o kişinin eline geçmez yazdıkları:) Annemin hayatını yazdığını öğrenen teyzemin tepkisi ayrıca enteresan "Ne yazdın benim hakkımda?" dedi ve didikleyip duruyor:)
    Sanırım anneminki bir iç dökme isteği. Zaten "Hayatımı yazsam roman olur" şeklinde gezen bir insan kendisi. Rahatlamasını sağlıyorsa mutluyum, ufak da olsa bir gayesi olduğu için de mutluyum. Tabii bir de yazı çizi konusunda az da olsa ortak bir nokta bulabildiğimiz için mutluyum:) Bakalım neler olacak? Umarım tamamına erdirir. Anlattığına göre şimdilik fena gitmiyor.


* Sergey'in bahsettiği V.Sirin aslında ağabeyi ünlü Rus yazar Vladimir Nabokov'un mahlası. Yani mahkumun sözleri Vladimir Nabokov'a ait.










8 Ocak 2015 Perşembe

KAR TATİLİNDE NELER OLDU?

    Bir kar tatilinin daha sonuna geldik! Geldik mi acaba? Bilmiyorum:) Valilik ilerleyen saatlerde açıklama yapacakmış yarın için. Veliler "Okullar bütün hafta kapalıydı, binalar soğuktur şimdi, nasıl göndeririz yavrularımızı" serzenişleriyle baskıyı kurmaya başladılar bile:) İstanbul valisi için hazırlanan capsler harika bu arada. Bakıp bakıp gülüyorum.   

    Pazartesi günü okullarımızdan geldiğimizden beri dışarı çıkmadık Orhun'la. Çünkü hem tembel tembel takılmak iyi geldi, hem hava çok soğuk, hem de geç uyandığımız için biz dışarı çıkana kadar zaten çok da fazla olmayan karı talan ediyor çocuklar ve bize bir şey kalmıyor. Orhun bir yandan ders çalışıyor bir yandan internette arkadaşlarıyla oyun oynuyor. Hepsi çok mutlu ama -baltalı ilahlık yapacağım burada- dönüşte feci bir sınav trafiği onları bekliyor olacak:) Bu hafta her gün sınav vardı ve hepsi önümüzdeki iki haftaya ertelendi. 
    Kendi adıma keyifliyim fakat. Bu sene tekrar çalışma hayatına döndüğüm için kişisel keyiflerime daha az vakit ayırır olmuştum. 3 gündür nereye saldıracağımı şaşırdım:) 
Bir kitap okuyorum, bir yazı yazıyorum, bir kanaviçe işliyorum, bir resim yapıyorum, 
bir dizi izliyorum, bir müzik dinliyorum, bol bol internette gezinip oyun oynuyorum, gereksiz fotoğraf kolajları falan yapıyorum:) İnanılmaz! Az iş çok keyif! Ev işleri minimum düzeyde. 
    Bu tatlı tatil günlerinde en son okuduğum Hollanda'da Bir Cinayet'i bitirip yeni kitabıma başladım. "Sergey Nabokov'un Gerçek Dışı Yaşamı". İlginç bir kitaba benziyor.Ünlü Rus yazar Vladimir Nabokov'un kardeşinin yaşamını anlatıyor. Rusya'da geçen çocukluk, Paris'in sanat ortamında şekillenen gençlik, İkinci Dünya Savaşı sırasında Berlin yılları ve  Nazi toplama kampında son bulan bir hayat. İki kardeşin karmaşık ilişkisi ve Sergey'in erkeklere olan ilgisi... Hali hazırda okumaktayım. Sevdim. Bitirince paylaşabilirim belki.

    Yine bu günlerde Breaking Bad'i tamamladım. Son sezonun ortasında takılıp kalmıştım, vakitsizlikten seyredemiyordum bir türlü. Nihayet bitirdim. Valimiz sağ olsun:) Söylemeye gerek yok, harika bir dizi. Arka planında insan psikolojisinin irdelendiği dizileri, filmleri, romanları seviyorum.
   
    Geçen yazın fotoğraflarını karıştım bol bol ve yeni bir gezi yazısı da ekleyebildim bloga. Bir önceki post çok beğendiğim Kıyıköy hakkında oldu. İyi de oldu.

    Beni takip edenler (Özellikle İnstagram'da) çarpı işine yani kanaviçeye sardığımı bilirler. Müthiş rahatlatıyor. En son bunu bitirip şuna başladım. Siyahlı olanın deseni nedir sizce? Ortaya çıkmaya başlamış mı? :)   

    
    Bu aralar canım feci şekilde yağlı boya yapmak istiyor ancak ön hazırlığı biraz zahmetli olduğu için ve çalışma bitmeden boyaları, takım taklavatı toplayamayacağım için şu an o işe girişemiyorum. Sömestr tatilinde başlarım belki. Bu arada ufak tefek çizimlerle yetindim. Gezip gördüğüm ülkeleri simgeleyen bir şeyler yapayım dedim. Güya çizeceğim, kolaj yapacağım ve blog sayfasına başlık olarak ekleyeceğim. 
Plan bu da... Ölme eşeğim ölme durumları... Dün akşam çizdim bunları. Aceleye geldi ama çok da fena değiller sanki.    

    
    Ve müzik... İki-üç gündür İrlandalı genç şarkıcı Hozier'in Take Me To Church şarkısına fena taktım. Döndüre döndüre dinliyorum. Geç keşfettim ama tek kelimeyle bayıldım! İlk önce ses etkiledi beni. Sonra sözler... Her dinlediğimde duygulanıyorum. Ses, müzik, sözler bir olmuş kalbime kalbime işliyor! Aslında bir isyan şarkısı ama 
bu kadar mı yumuşacık isyan edilir arkadaş! Gündeme de cuk oturan bir şarkı. 
Teröre, faşizme, dayatmaya, cahilliğe, her türlü kötülüğe yeter artık! Haberler berbat, televizyonu açasım yok, gazete okuyasım yok. Benimki bıkmış insanların kitaplara, filmlere, sanata umutsuzca sarılması durumu biraz da. Güzel güzel başlamıştım yazıya yine söz döndü dolaştı tatsız gündeme geldi. Ben en iyisi kitaplarıma resimlerime döneyim. Derkeeen! Aklıma geldi! En iyisi e-okul'a gireyim ben. Sömestr yaklaşıyor. Yaklaşık 1000 kadar öğrenciye tek tek davranış notu girmem lazım. Evet, yanlış okumadınız, yaklaşık 1000:) Bu gece de onlarla uğraşayım. Çok oturduk, çalışmak lazım. Sezer kaçar! 






7 Ocak 2015 Çarşamba

SALMYDESSOS'TAN KIYIKÖY'E...

    Dışarıda kar, kış, kıyamet... Hava buz gibi. Geçmiş yazı düşündüm. Henüz anlatamadığım, gidip görüp paylaşamadığım yerler vardı o günlerden. Birini çekip çıkardım güneşli zamanların içinden. Vakit bu vakittir dedim ve Kıyıköy'ü anlatmak istedim. Sıcak görüntülerle ısınalım mı biraz?
    Geçtiğimiz Temmuz ayında ziyaret ettik Kırklareli'nin Vize ilçesine bağlı Kıyıköy'ü. İstanbul'a yakın olup denize girebileceğimiz bir yer araştırırken karar verdim Kıyıköy'e doğru uzanmaya. Günübirlik bir gezi olacaktı. Eşimin izni henüz bitmemişti. O yüzden hafta içi yola çıktık. Bilinçli bir tercihti çünkü hafta sonu kalabalık olacağını tahmin etmek zor değil. Biraz fazla sakinlik dilemiş olmalıyız ki neredeyse bomboş bir kasaba karşıladı bizi ve tüm gün böyle devam etti. Zira biz sabah yola çıktıktan sonra müthiş bir yağmur başlamıştı. Yağmur yol boyu bize eşlik etti, Kıyıköy'e vardıktan bir süre sonra durdu. Bu yüzden sahiller bomboştu. Açıkçası iyi de oldu. 
    Öğleden önce çıktık yola. Biz Beylikdüzü'nden yola çıktığımız için Kıyıköy'e varmamız 2 saat bile sürmedi. Yağmurun eşliğiyle birlikte Tekirdağ'ın Çerkezköy ilçesinden geçtikten sonra Saray'a vardık. Saray'dan Kıyıköy'e giden yola saptık ve yaklaşık 30 km. daha yol gittikten sonra Kıyıköy'deydik. Önce balıkçılarıyla meşhur kasabanın deniz ürünlerinden tatmak istedik. Karadeniz'in nefis manzarasına hakim bir balıkçı lokantasında midemizi balığa, gözlerimizi maviye doyurduk.




    
    Bizden başka kimsecikler yoktu lokantada. Sakin, şehir gürültüsünden uzak, hafifleyen yağmurun yumuşacık şıpırtısı eşliğinde yediğimiz yemek, kesinlikle 
"Kişisel Tarihimin En Keyifli Yemekleri - Top 10" listemde yerini aldı:)



    Kıyıköy'e özellikle balık yemek için gelenler çok. Mevsimine göre Karadeniz'in leziz balıklarının yanı sıra, tatlı su balıkları da yer alıyor menüde. Bir de üstüne şöyle bir yanık helva getiriyorlar ki şahane... Ağır olacağını düşünmüştüm ama hiç de öyle çıkmadı. Enfesti.
   
    Balıklarımızı yerken yağmur dindi. Biraz etrafı keşfedelim istedik. Deniz işi o gün yatacak gibiydi. Yine de önce bir sahile doğru indik. Belediye Plajına göz attık önce. Şezlonglar toplanmış, etraf ıssız. Arada bir çevredeki pansiyonlarda kalanlar gelip denize bakıp dönüyorlardı. Yağmur sonrasının enfes havasında yürüyüş yaptık kıyı boyunca.
    
    Burası Karadeniz kıyısı. Yani yüzme bilmeyenler için -hatta bilenler için bile- tehlikeli olabilir. O yüzden ara ara uyarı tabelaları mevcut. Fakat plaj şahane değil mi?

    Kıyıköy Trakya'nın Karadeniz kıyısında yer alıyor dedik. Tam bir doğa harikası. 
İki adet dere bu güzel kasabayı çevreledikten sonra Karadeniz'e dökülüyor. Kazandere ve Pabuçdere... Bu yüzden sadece denizde değil dere kıyısında da lokantalar, kamp yerleri mevcut. Pabuçdere üzerinde sandalla gezinti yapabiliyorsun örneğin. 
Gitmeden önce ben de çok istemiştim ama sandallar yağmurdan dolayı ıslak olduğu için ve ortalıkta kimseler görünmediği için bu hevesimi bir başka ziyarete sakladım.






    Biz etrafı keşfederken güneş iyice yüzünü gösterip ısıtmaya başlamıştı. Özellikle ben denize girmek amacıyla buraya geldiğim için ve kafama koyduğumu da yapmazsam çatlayacağım için bizimkileri tekrar deniz kıyısına götürdüm. Eşim ve oğlum deniz fikrinden çoktan vazgeçmişlerdi. Tabii bu beni hiç ilgilendirmezdi:) Ben o gün denize girecektim:) Fakat kimsecikler girmezken Karadeniz kıyısında yüzmeye cesaret edemedim. Yüzme bilmeyenlerin ve çocukların tercih ettiğini gördüğüm, deniz ile derenin birleştiği sığ bölgede girdim denize. Sıcacıktı, pırıl pırıldı. Yağmurun dindiğini görüp denize koşan çoluk çocukla birlikte yüzdüm bir süre:)
Buradan denize girdim:)
    
    Denizden hevesimi aldıktan sonra biraz da tarihe yolculuk yapalım dedik. Yakınlarda olduğunu bildiğim Aya Nikola manastırını bulduk. Bölgenin Bizans döneminden kalan, Aziz Nikolaos'a adanmış manastır günümüzde oldukça viran bir halde. İlgili kasabalıların temizlemesiyle biraz toparlamış olduğu söyleniyor ancak bakım görmesi şart. Kültürel miras olarak değerli olmasının yanı sıra, Kıyıköy'e gelenlerin genellikle ziyaret ettiği turistik bir simge ayn zamanda. Tenha bir gün olmasına rağmen, biz oradayken birkaç aile daha geldi manastırı görmeye. 


İyi İngilizce bileni bulup yazdırmak bu kadar zor mu bu memlekette?




    
    Kıyıköy, bir zamanlar Roma ve Bizans krallarının, prenslerinin sayfiye yeri olması nedeniyle önemli. Manastır 6.yy.'da Justinyanus zamanında yapılmış. Kalıntıları bulunan surlar ve kasabaya girişi sağlayan 2 adet kapı da yine aynı imparatorun zamanından kalma Bizans eserleri. Bir zamanlar manastırda bulunan eşyalar 
Osmanlı-Rus ve Balkan savaşları sırasında Rusya'ya ve Bulgaristan'a kaçırılmış. 

    Kıyıköy'ün bilinen en eski adı Salmydessos imiş. Tarih boyunca Traklar'a, Persler'e, İskitler'e Medler'e, Ceneviz kolonilerine, Roma'ya ve Bizans'a ev sahipliği yapmış.
Bir önceki adı Midye'dir (Yunan mitolojisindeki Media'dan geliyor diye biliyorum) ki biz bu adı tarih derslerinden hatırlarız. Birinci Balkan Savaşı'ndan sonra yapılan Londra Antlaşması'nda Bulgaristan ile sınırımız olmuştur Midye-Enez hattı. Mübadele sonrasında Midye'ye denizciliği iyi bilen Selanik göçmenleri yerleştirilmiştir. 
Kıyıköy adını Adnan Menderes'in verdiği söylenmektedir. 


    Böylesine ilginç bir yer Kıyıköy. Deniziyle, ormanıyla, akarsularıyla doğa tutkunlarını kendine çeken, İstanbul'a yakın olmasının avantajını değerlendirmemiz gereken şirin bir sahil kasabası. Fotoğraf tutkunlarının da uğrak yeri olduğu söylenmekte ki o gün özellikle fotoğraf çekmeye gelen bir çifte rastladık biz de. Çadır ve karavan turizmi de oldukça gelişmiş. Kendi çadırını alıp gidenler ya da çadır kiralayanlar oldukça fazla. Gençlik kamplarına da rastladık gezimiz sırasında. Motor gurupları da eksik değil. 
Bu gruplar özellikle Selvez, Poliçe, Panayır İskelesi gibi koyları tercih ediyorlarmış. 
Adı geçen koyları da merak etmekteyim. Önümüzdeki bahar ve yaz aylarında görebilmeyi umuyorum. Okuduğum kadarıyla hafta sonları çok kalabalık oluyormuş. Günübirlik gelenlerin haricinde konaklamayı tercih edenlerin çoğalmasından dolayı son yıllarda pansiyon ve moteller artmış Kıyıköy'de.


    Sakin zamanlarında tekrar görmeyi istediğim bir yer oldu artık Kıyıköy. Aklımda kalanlar da oldu ama ilk kez gitmemize rağmen epeyi şey yaptık o gün aslında. 
En son akşam üstü eve dönmeden önce kasaba meydanındaki Atatürk Çay Bahçesi'nde bir şeyler içtik. Benim için eskilerde, anılarda, romanlarda, öykülerde kalmış bir havası vardı çay bahçesinin. Orada olmak da ayrı bir keyifti. 

    Kıyıköy'ü bilenler, müdavimi olanlar çoktur elbet. Biz biraz geç keşfetmiş olabiliriz. Umarım doğal dokusunu, sakinliğini, lezzetlerini kaybetmez. Bence bu yazıyı kıymet bilecekler okusun, kıymet bilecekler gitsin görsün Kıyıköy'ü.