24 Kasım 2015 Salı

O AVM SENİN BU AVM BENİM GEZMİŞİM

    AVM'leri sevmiyorum diyorum ama uzak da duramıyorum. Bir kere sinemalar artık AVM'lerin içinde. E ben de çok sık sinemaya gidiyorum. Durduk yere gezmem bu mekanları ama alışveriş ihtiyacı doğunca uğruyoruz. Gezerken acıkıyoruz, bir şeyler yemeden dönmüyoruz. Bir bakıyoruz saatler geçmiş. Benimkisi tamamen yönlendirilme durumu. Yoksa AVM kalabalığı başımı ağrıtıyor. Nasıl bir elektrik yüklemesi yaşıyorsak artık, nereye dokunsam cız cız çarpılıyorum. Tüm bu sebeplerden dolayı sinema ve alışveriş için mümkün olan en sakin zamanları seçmeye çalışıyorum. Pazar günlerini tercih etmiyorum mesela.
    Fakat fark ettim ki bu aralar o AVM senin bu AVM benim bir güzel gezmişim. Müşteri çekmek için her yolu deniyorlar arkadaş! Nasıl gitmezsin? Sergiler düzenliyorlar, farklı temalarda festivaller gerçekleştiriyorlar, tiyatro salonları, gösteri merkezleri açıyorlar. Her şey kapitalist düzene uygun işliyor. 
    Kendi rekorumu kırarak 10 gün içinde 4 ayrı AVM'de bulunmuşum. Bari neler yaptığımı, neler gördüğümü anlatayım da renk olsun:)

    Efendim yaklaşık 10 gün önce Marmara Park'a uğradık. Bu AVM olmasaydı Beylikdüzü sakinleri nereye gideceklerdi hiç bilmiyorum. Her daim kalabalık. Sinemasında biletler bedava dağıtılıyor zannedersin. Biz o gün evcil hayvan mağazasına gitmiştik. 2 yazı önce bahsettiğim hamsterımızı alıp döndük. O sıralarda Marmara Park'ta "Yüzyılın En Şık Lideri" sergisi vardı. Atatürk'ün takım elbiselerini, frak ve smokinlerini diken Levon Kordonciyan'ın aynı ismi taşıyan ve aynı mesleği yürüten torunu, Atatürk'ün fotoğraflarından aşina olduğumuz giysileri aynen dikerek bir koleksiyon oluşturmuş. AVM'de bu giysiler ve dedesinin zamanında kullanılan terzilik malzemeleri sergileniyordu. Çok hoşuma gitti. Atatürk'ün fotoğraflarıyla, o fotoğraflardaki giysiler yan yanaydı. Duygulanmamak elde değildi. Farklı yerlerde de sergileneceğini düşünüyorum, denk gelirseniz kaçırmayın derim. 





    
    2 gün sonra eşimle birlikte yine bu civarda daha küçük bir AVM olan Perlavista'ya Cem yılmaz'ın yeni filmini seyretmek için gittik. Buradaki sinema daha sakin oluyor. Cem Yılmaz'ın filmini beğendim mi peki? Beğendim diyeceğim. Ben Cem Yılmaz'ın filmlerine kötü eleştiri yapamıyorum. Zeki bir adam. Zeki insanları seviyorum. Filmleri birbirine benzemiyor, farklı konularda yazıyor. Seyirci ondan illaki komedi filmi bekliyor ama mesela ben en çok onun Hokkabaz filmini severim. Belli ki artık farklı teknikleri de deniyor Cem Yılmaz. Bulgaristan'da çektiği bu filmde -spoiler olmasın diye fazla bahsedemeyeceğim- birtakım kanlı efektler vardı mesela. Ha bu arada filmin adı 
"Ali Baba ve Yedi Cüceler" diye küçük çocuklarla gitmenizi tavsiye etmem. Zaten +13 yaş sınırı var ama buna uyulmadığını biliyoruz. Hafta sonunda gittiğimiz sinemada 8-9 yaşlarında bir kız, babasına ısrar ediyordu bu filme girmek için. Sırf isminden dolayı. Babası da "İzin verirlerse gireriz" dedi. Çocuklar bir şey anlamazlar söyleyeyim. 

    Sıra geldi Aqua Florya'ya:) Bu AVM'ye de geçtiğimiz cumartesi günü 
The Dressmaker- Düşlerin Terzisi'ni seyretmek için gittik. Vizyona gireli 1-2 hafta oldu, zaten her sinemada gösterilmiyordu, şimdi sadece 3 sinemada gösterilir olmuş. Bize en yakını Aqua Florya'daydı. Buradaki sinemayı arada tercih ediyoruz çünkü iyi filmler oluyor. Düşlerin Terzisi de Kate Winslet'ın baş rolde olduğu iyi bir film. Romandan uyarlama. Okumadığım için karşılaştırma yapamayacağım ama filmi beğendik. Seneler sonra doğduğu yere dönen Tilly Dunnage'ın hikayesi üzerinden kasaba insanının yozluğunu anlatan güzel bir film. Yer yer absürd sahnelerle süslü olmasından dolayı ilginç de... Filmden çıkınca yaptıklarımız ise kaçınılmaz yemek molası ve ardından Zamane Kahvesi'nde kalorilere kalori ekleme seansı. Bakınız burası bir AVM. 
Fakat sanki açık havada bir kahve izlenimi yaratılmamış mı? Gayet başarılı. 
Müşteri çekme gayreti dediğim biraz da bu işte. 
Zamane Kahvesi
    
    Dördüncü alışveriş merkezimiz Zorlu Center. Hem de pazar günü... Allah'ım o nasıl bir kalabalıktı öyle! Pazar günlerini tercih etmiyorum dedim ama buluştuğum iki arkadaşım ancak o gün müsaitlerdi. Ürgüp'te yaşayan arkadaşım İstanbul'a geldiğinde biz birkaç arkadaş muhakkak buluşuyoruz. Bu arkadaşlarım benim daha önce de bahsettiğim ilkokul gurubum. O gün sadece 3 kişi buluşabildik. Zorlu'da buluşmamızın sebebi Işık Festivali'ydi. O yüzden öğleden sonra bir araya geldik. Önce Cantinery'de bir şeyler içip sohbet ettik, ardından festival eserlerine göz atalım dedik. Etkinlikler 18.00'de başlıyormuş. Vakit yaklaşmıştı ancak kapalı bölümlerde sergilenen eserlerin önünde öyle bir kuyruk vardı ki vazgeçtik. Aslında mümkünse İstanbul'da pazar günleri dışarı çıkmayacaksın. Açık alan kapalı alan fark etmez her yer inanılmaz kalabalık oluyor. Amacımız ışık festivalinden sonra Eataly'de akşam yemeğiydi ama daha fazla duramadık ve şehir dışından gelen arkadaşımızın isteği üzerine Cihangir'e doğru yola koyulduk. Kendisi İstanbul'a hasret yaşadığı için geldiğinde genelde onun istediği yerleri tercih ediyoruz. Smyrna'da keyifli bir yemekten sonra dağıldık.
Metrobüsten Zorlu Center'e giden yol Işık Festivali kapsamında romantik bir havaya bürünmüş
   
   İşte böyle, her alışveriş merkezi ziyaretim için geçerli bir sebebim varmış:) Şaka bir yana hakikaten kaçış yok. Biliyorsunuz Zorlu Center, Trump Towers AVM gibi yerlerde performans merkezleri de açıldı. Yani tiyatro oyunları, büyük konserler düzenleniyor buralarda. Neredeyse içlerine kadar metro, metrobüs çalışıyor. Her yol AVM'ye çıkıyor! E bu durumda bize de ama öyle ama böyle tüketmek kalıyor. Daha bugün yine bir haber programda bahsi vardı. Bir ülkenin ekonomik olarak büyümesi için vatandaşların bol bol para harcamasına ihtiyaç var. Fakat diğer taraftan tükettikçe de dünyanın içine ediyoruz. Gel de çık işin içinden! 



Hamiş: İlgilenenler için Zorlu Center'daki Işık Festivali'nin 29 Kasım tarihine kadar süreceğini belirtmek isterim.
    








20 Kasım 2015 Cuma

GEZİ YAZILARINA DAİR...

    Aklımda yeni bir seyahat fikri olsun ya da olmasın ülke ve şehirlerle ilgili kitapları, gezi yazılarını okumaya bayılıyorum. Ufukta yeni bir gezi olasılığı varsa, gideceğim yerle ilgili bilgiler alabileceğim blogları didik didik ediyorum. Elime geçtiyse eğer konuyla ilgili kitapları da okuyorum. Ama dediğim gibi, yakın veya uzak gelecekte gitmeyeceğimiz veya gidemeyeceğimiz yerlerle ilgili keyfi okumalar da yapıyorum bazen. Seviyorum yani gezi yazılarını. Ve yazmayı da seviyorum. Bir seyahatten döndüğümüzde, bu blogda uzun uzun anlatıyorum yaşadıklarımızı. Daha çok hissi davranıyorum. Yani fazla kitabi bilgiye boğmayıp -ama ufak ufak muhakkak bilgi paylaşıp- gördüklerimi, hissettiklerimi anlatmaya çalışıyorum. Karşımda biri varmış da ona anlatıyormuşum gibi yazıyorum. Öylesini seviyorum. Dolayısıyla tüm anlattıklarım benim deneyimlediklerim, benim hissettiklerim oluyor. 
    Bunu niye anlatıyorum şimdi? Çok fazla okuyunca, bazı bloglardaki gezi yazılarında ortak tariflere; kitaplardan veya diğer yazılardan birebir alıntılara denk geliyorsun. 
Yani gezip gördüğü yerleri anlatma amacındaki kimi insanların kaynak belirtmeksizin başka kitaplardan, başka yazılardan alıntılar yaptığını görüyorsun. İşte bunu hiç sevmiyorum. Alıntı derken, öyle kesin kitabi bilgiler değil bahsettiklerim. Başka birinin hissedip yazdığını, gözlemlediğini kendisi deneyimlemiş gibi yazanlardan bahsediyorum. Çok var böyle, çok rastladım. Her birini not almadım tabii deli gibi.
"Ayıp yahu!" deyip geçiyorum. En son okuduğum kitaplardan birinde yer alan sözcükleri bir başka blogda görünce bahsetmek istedim bu konudan.
    Can Yayınları'ndan çıkan "Selanik" kitabını okudum geçenlerde. Şu sıra bir Selanik gezisi planımız yok ama istemiyorum anlamına da gelmiyor tabii. Neyse... Güzel bir kitap bu. Serhat Öztürk yazmış. Her açıdan Selanik'i ve Selanik'te geçirdiği günleri akıcı bir dille anlatıyor. Olimbu Caddesi'ndeki Paçacı Diko'yu anlatırken "Şahane müşteriler ve hayattan kam almış personel" tanımını kullanmış. Kitabı okurken bir yandan da bahsi geçen mekanları Google'da arayıp inceliyorum (Böyle okuyorum işte gezi yazılarını:)). Bir gezi blogunda rastladım Paçacı Diko'ya. Hanımefendi Selanik'i gezmiş ve anlatmış. Arada Paçacı Diko'dan fotoğrafsız şekilde bahsedip "Şahane müşterileri ve hayattan kam almış personeli" olduğunu söylemiş. Şarabından, sulu yemeklerinden bahsedişi de aynı. "Hayattan kam almış personel" lafının aynı yere giden iki ayrı kişinin aklına gelmesi ilginç değil mi? Sonrasını okumadım, başka ayrıntılar da vardır diye düşünüyorum. Belli ki kitap okunmuş ancak kaynak olarak gösterilmemiş. Hepimiz bazı bilgileri bir yerlerden alıyoruz tabii ki. Mesela bir kulenin uzunluğu gibi genel bilgiler için kaynak göstermeyebilirsin ama özel ve zor bulunabilecek bilgiler için tersi bir durum söz konusudur bence. Ve okuduğun, alıntı yaptığın ya da esinlendiğin yazıları, kitapları da belirtmelisin.
    Ben de gezi yazısı yazıyorum ve özellikle bu yazılara nasıl emek harcandığını bilirsiniz. Belki benim kelimelerimi de alan, kendi hissiyatıymış gibi kullanan vardır. 
Hiç etik bir durum değil. Gerçi televizyonlardaki gezi programlarında bile sunucular bloglardan alıntı yaparken neden bahsediyorum ki ben? Ufak bir televizyon kanalındaki gezi programında Lübnan anlatılırken, gezgin hanımefendinin arkadaşım Aslı Bora'nın yazısından aynen alıntı yaptığını fark ettik. Sonrasında internet üzerinden bir yazışmaları oldu, gezgin hanımefendi zamansızlıktan dolayı metni asistanın yazdığını belirtip özür diledi. Neden böyle hazıra konmayı seven, etik değerleri kulak arkası eden bir toplum olduk bilmiyorum? 
    Bir yeri gezip gören kişi, okunma sayısı kaygısından önce kendi hislerini, deneyimlerini anlatmayı ön planda tutmalı ki kendisinden sonra yolculuk gerçekleştirecek olanlar, her okuduğundan biraz biraz alıp fikir edinebilsin. Herkes birbirinin aynısı basmakalıp bilgilerden bahsedecekse ne anlamı var gezi yazısı yazmanın?


  *Bu yazının bir amacı da Selanik kitabını tavsiye etmek olsun. Can Yayınları'ndan çıkan Kırkmerak dizisinden bir kitap bu. Serhat Öztürk'ün anlatımını çok beğendim. Selanik'e gittiğimde muhakkak faydalanacağım. Kendisinin Tiflis ve Halep gezilerini anlatan 2 kitabı daha var bu seride. Onları henüz okumadım. Kırkmerak serisi çok iyi bu arada. Çok ilginç konular var. Mesela seriye ait bendeki kitaplardan biri "Filozofların Karnı". Ünlü filozofların sevdikleri yemekler üzerinden incelemeler yer alıyor kitapta. Öğle uykusunun tarihiyle ilgili olan var mesela. 40 tane ilginç konu. Ben bu seriden birkaç kitabı D&R mağazasından yaz kampanyasıyla 5 liraya almıştım. Kitap fuarında bir de ne göreyim? Aynı kitaplar normal fiyatlarında satılıyor. Bu yılki fuarı anlattığım yazımda belirttiğim gibi indirimlerden hiç memnun kalmadım. Şu sıra internette kitap mağazalarında iyi indirimler var yine. Can Yayınları'nın Kırkmerak dizisine rastlarsınız tavsiye ederim.








 

17 Kasım 2015 Salı

HAMSTER ALDIK DESEM?

    Hamster aldık! Lütfen "Iyhh! Fareee!" diye tepki vermeden önce beni bir dinleyin:) Zira garibin fotoğrafını Instagram'a koydum ve bazı arkadaşlarımdan bu tip tepkiler aldım. Çoğunluk ise beğenmedi. En az beğenilen fotoğrafım oldu bu:) 
    Önce hamster almaya nasıl ikna olduğumdan bahsedeyim. Orhun, hepimizin çocuğu gibi (Yeni nesil bu konuda gerçekten duyarlı) hayvanları çok seviyor. Yıllardır kedi sahibi olma hayaliyle yaşıyordu ancak biz bir türlü buna yanaşmıyorduk. Hayvanları, bir böceği bile öldüremeyecek kadar çok sevmeme rağmen evde besleme cesaretim yok. Çok seviyorum ama dokunamıyorum. Bu benim elimde olan bir şey değil. Dolayısıyla evde kedi veya köpek beslemek benim için çok zor. Bir de duygusal açıdan bakıyorum işe ki yavrucakların hastalanma ve ölme durumlarında (Kaçınılmaz son) gerçekten fazla etkileneceğimi düşünüyorum. Evinde kedi veya köpek besleyenlere saygı duyuyorum ama bana göre kaldıramayacağım kadar büyük bir sorumluluk. Eşim ise gençlik dönemlerinde en yakın arkadaşının siyam kedisini yakından gözlemlediği için her kedinin onun kadar hırçın olacağını sanıyor. Ben de çok net hatırlıyorum evlerinin her yeri, koltuklar, perdeler, her şey ve sahiplerinin yüzleri, kolları tırmık izleriyle doluydu. Yani eşim de bu işe taraftar değildi. Orhun da en sonunda 
"Bari hamster alalım" dedi ve epeyi bir tutturdu. Malum bu sene üniversite sınavına hazırlanıyor ve geleceğe yönelik kaygılar, umutlar, umutsuzluklar arasında gelgitler yaşıyor. Küçük bir evcil hayvan edinme durumunun stres yönetimine faydası olacağını düşündüm ve hamsterlar hakkında biraz inceleme yaptım. Aklıma yattı. Geçen cuma günü satın aldık ve eve getirdik. 3 çeşit hamster varmış, bizimki Gonzales denen türde. Küçücük bir şey. Kafesini evcil hayvan mağazasından aldığımız değişik bir tür talaşla doldurduk, su kabını astık, yemliğini doldurduk, enerji atması için gerekli olan tekerleğini taktık. O günden beri gelip gidip yemek yemesini, su içişini, koşturmasını, uyumasını, iki ayağı üzerinde dikilmesini izliyoruz. Çok sevimli bir şey. İsmi Grayboy. Okuduğum, incelediğim her şeyi yaptığını görüyorum. Talaşları kazıp kendine bir yuva yaptı mesela. Muhakkak orada uyuyor. Karnını doyurduktan sonra yemeğinin fazlasını yuvasına taşıyor. Bu özellik çöl hayvanı olması dolayısıyla yemek bulmakta zorlanacağı zamanlar için depolama yapmasından kaynaklanıyormuş. Dürtüsel bir hareket yani. Yine doğada yaprakları, dalları emerek su ihtiyacını karşıladığı için suluğu tepeden asılı bir biberon gibi. Oradan emerek su içiyor. Kesinlikle ses çıkarmıyor. Arkadaşım "Viyk, viyk" demişti de onun için söylüyorum, sesi çıkmıyor garibin:) Tuvaletini belirlediği bir yerde talaşların altına yapıyor. Şunu belirtmek isterim ki hamsterlar çok temiz hayvanlarmış. Hem her yere pislememesi nedeniyle temiz, hem de dilinde antiseptik özellik varmış ve insan ağzından bile temizmiş. Kendisini de temizliyor böylece. Aksi takdirde benim eve sokmam çok zordu. Temiz bakılmazsa uzun süre yaşayamıyormuş. (Maksimum ömürleri 3 yıl ne yazık ki) Kafesini en fazla 1 hafta aralıklarla temizlemek gerekiyormuş. Haftasına bırakacağımızı sanmıyorum, 4-5 günde temizleriz biz. Hamsterdan insana bulaşan bir hastalık yokmuş. Hatta tam tersi biz nezleli ve gripken yaklaşmamalıymışız çünkü nezleyi atlatmaları zor olabiliyormuş. Ben de aksi gibi bu günlerde fena nezleyim, Orhun'un odasına az giriyorum bulaşmasın diye. Başımıza iş aldık anlayacağınız:) Sorumluluk işte! Bir de üşütmemesi gerekiyor, ona da dikkat etmek lazım. Şişmanlayıp kalp problemi çekmesin diye tekerlek egzersizi yapması gerekiyormuş ama bizimki pek çıkmıyor tekerleğe, çıksa da döndüremiyor. Onu ne yapacağız bilmiyorum. İlk günler fazla fazla verdik yemleri, şimdi tedbirli gidiyoruz. Orhun yavaş yavaş kendi kokusuna alıştırıyor, eline alıp sevmek istiyor çünkü. Üstten üstten seviyor, eliyle yem veriyor arada. 
    Böyle sevimli, zararsız ve bakımı kolay bir hayvancağız işte. IG'e eklediğim fotoğrafını hayvansever olduğunu gayet iyi bildiğim birçok arkadaşım niye beğenmedi hiç anlayamıyorum. Sadece kedi ve köpek sevmekle hayvansever olunmayacağını düşünüyorum. Tabii gerçekten fare fobisi olanlar da var. Ona lafım yok. Fotoğrafına bile bakamayanlar vardır mutlaka. Özellikle kadınlarda yaygın bu fobi. Ben de yokmuş demek, ilginç. Yokmuş derken, kafesinin üzerinden sevebilirim ben ancak, elime almam söz konusu bile değil. Yalnız fare ve hamster arasında bariz farklılıklar olduğunu da belirtmek isterim. Yemeklerinden temizliklerine kadar ayrı kulvarlardalar. Görüntü benziyor sadece ki onda da farklılıklar var. Freud'a göre kadınlarda fobi yaratan uzun fare kuyruğu hamsterlarda kısa mesela:) Ayrıca hamsterlar kesinlikle daha yumuşak tüylü ve daha sevimliler. 
Meraklı Parem, korkusuz Parem:) Hoşlanmayanlar, fobisi olanlar için minik hamsterımızın net bir fotoğrafını eklemiyorum.
(Yuvasını sağ  köşedeki plastik kısmın altına yaptı.)
    Annem ve teyzem bile "Ay çok tatlı!" dedilerse bu iş bitmiştir:) İkisinin de normalde korkacağını düşünürdüm. Hastalık derecesinde de titiz kadınlardır. Ama dediğim gibi uzaktan uzaktan sevdiler, niye aldınız demediler. Geçtiğimiz hafta sonu bizim evde annemin doğum gününü kutladık. Kalabalıktık. Bizim çocuklar Grayboy'un başından ayrılmadılar. Ailemizin en küçüğü, kuzenimin 2 yaşındaki kızı Parem bile eline almak için ne diller döktü. Bizim ailede mi tuhaflık var bilmiyorum artık:)
    İşte böyle. Aldık bir sorumluluk. Minik hamsterımız evimizin yeni sakini olarak kendi kendine takılıyor. İnşallah normal ömür süresi içinde rahat rahat yaşar bizimle. 
 







 

11 Kasım 2015 Çarşamba

İSTANBUL KİTAP FUARI İZLENİMLERİ...

    İstanbul'da yaşayan kitapseverlerin kiminin ziyaret ettiği, kiminin gitmek için zaman kolladığı, kiminin ise "Fuar alanı çok uzakta" diyerek lanet okudukları ve gitmekten vazgeçtikleri İstanbul Kitap Fuarı geçtiğimiz cumartesi günü açıldı. Önümüzdeki pazar gününe kadar ziyaretçilerini ağırlamaya devam edecek. Hafta sonu çok kalabalık olduğu için geçtiğimiz pazartesi günü ziyaret ettim ben fuarı. Hafta sonu resmen izdiham olduğunu söylediler. Şehir dışında olup bu kadar kalabalığı toplayabildiğine göre, daha merkezi bir yerde olsaydı sırayla girebilecektik sanırım. Ben pazartesi günü öğleden sonra 14.00 sıralarında gittiğim için oldukça rahat ettim. Hem okullardan toplu gelen öğrenci kalabalığı azalmaya başlamıştı, hem de henüz pazartesi olduğu için fazla kalabalık değildi. Ben tabii bu sene çalışmadığım için ve evim Beylikdüzü'nde olduğu için rahat davranabildim. Çalışanlar ve uzakta olanlar hafta sonu erken saatte geldikleri takdirde daha rahat edeceklerdir. 
    Eskiden fuara indirimli kitapları bir arada bulabildiğimiz için giderdik daha çok. Fakat şimdi malum, internetten gayet hesaplı alışveriş yapabiliyoruz. Bu yüzden fuara özel indirimlerin daha fazla olmasını beklerdim ama ne gezer? Fuar indirimi minimum düzeydeydi. Örneğin geçen sene 5 liraya aldığım güzel bir kitap, bu sene normal fiyatındaydı. Yani 22 lira yazıyordu, indirimle 15 liraya iniyordu. Oysa ki dediğim gibi, geçen sene fuarda aynı kitabı özel indirimle 5 liraya almıştım. Fakat şöyle bir şey olabilir. Fuarın son günlerine doğru belki farklı indirimler uygulanabilir. Standlarda görevli kimselerle konuşurken aman ha kibarca da olsa "İntertten daha uygun fiyata alabiliyoruz, fuarda daha fazla indirim olmalı değil mi?" falan demeyin:) Direkt psikopata bağlayanı çok. Boş bulundum söyledim ve adam susup bana öyle bir baktı ki 3 kitap kestirmiştim gözüme, almaktan vazgeçtim. Kibar davransaydı satışı yapacaktı. Sizler de tanık olmuşsunuzdur bazı görevlilerin tavırları çok fena. Bazıları kaba, 
bazısı da gereksiz karışıyor. Gayriihtiyari göz attığım bir yayınevinde görevli kadın, bana okumayı tercih etmeyeceğim romanlar satmaya çalışınca "Roman aramıyorum ben" diye terslendim. Susmalarını, soru sorulursa yardımcı olmalarını tercih ediyorum. Kimin ne tarz okuduğu alnında yazmıyor neticede.
    İnternet mağazalarında  yıl içinde o kadar çok kampanya oluyor ki almadan duramıyorum. İlk defa okumadığım kitap fazlalığı oluştu elimde. Hani birkaç tane yedek olur ama bende 20-25 taneye çıktı. Dolayısıyla fuardan fazla alışveriş yapmadım. Önce elimdekileri bitirmem lazım. Fuardır, ekstra indirimli kitaplar da vardır diyerek gittim ama maalesef aradığımı bulamadım. Yine geçen seneden örnek verecek olursam, YKY'de 4 ciltlik Türk Şairleri Antolojisi vardı, toplam 20 liraydı ve ben hangi akla hizmetse "Bir sonraki gelişimde alırım" dedim. Görevli çocuk "Kalmaz" dedi. Kalacağına karar verip almadım ve daha sonra gidişimde yoktu tabii ki. Hala pişmanlık duyarım. İşte bu sene, dikkatlice gezmeme rağmen böyle bir şeye rastlamadım. 
Ama ben sizleri soğutmayayım yine de, dediğim gibi son günlere doğru ne olacağı belli olmaz:)
    Cumartesi günü Jose Mujica'nın imza etkinliğine gitmek istedim ama bir önceki yazımda anlattığım söyleşisinin kalabalık olduğundan hareketle, imzaya gelmek isteyenlerin de çok olacağını düşündüm ve vazgeçtim. Belki fuarın son günü, kalabalığı göze alabilirsem Hakan Günday'a Kinyas ve Kayra'yı imzalatmaya gidebilirim. Bakalım. Aslında Nasuh Mahruki'nin söyleşisi ve Sevil Atasoy'un imza etkinliği de ilgimi çekiyor ama başka işlerim nedeniyle bu dediklerime katılamayacağım sanırım. 
    Fiyatlar konusunda bu kadar konuştum ama tabii ki herkes gibi ben de alışveriş yapmadan duramadım. Evde okunmayı bekleyenlerin de baskısıyla kendimi tuttum. 
Bu sene fuardan şunları aldım: 

   Kılıç Ali'nin Hatıraları bir arkadaşıma hediye. Pasteur'ün Mikroplarla Savaşı'nı ise yeğenim Nisan'a aldım. Yalnız içindeki resimler o kadar güzel ki Nisan'a vermesem mi diyorum:)) Gelsin bizde okusun:)))) Bakar mısınız? 
    Bunun gibi, pastel tekniğiyle yapılmış şahane resimlerle dolu bir kitap. Zaten TÜBİTAK'ın kitapları hem kaliteli hem uygun fiyatlı oluyorlar. Eskiden Orhun'a çok alırdım. Okuma gözlüğü dikkatinizi çekti mi? Merak ediyordum, denemek için aldım. 
10 lira:) Pek kaliteli değil ama güzel aydınlatıyor. 
Tan Oral'ın kaleminden
    Fuara gitmişken Sanat Fuarı kısmını atlamayın derim. Galeriler bazında geçen senelere göre daha zayıftı bence ama daha önce kaçıranlar için "Aziz Nesin 100 Yaşında, Ömrüne Sığmayan Adam" sergisi ve Onur çizeri Tan Oral sergisi kesinlikle kaçırılmamalı. 
Onur çizeri Tan Oral'dan...


Aziz Nesin'in çalışma masası...
    Bir de ben bu sene sahaflar kısmında çok rahat gezdim. Sahaflarda başım döner, soracağımı da unuturum ama fuarda bu kısım oldukça iyiydi. 
    Herkesin fuar macerası farklı. Fuarla ilgili izlenimleri muhakkak okuyorum. 
Benimki de buydu:)  Bakalım tekrar gidecek miyim? Gidersem paylaşırım.









    

10 Kasım 2015 Salı

8 Kasım 2015 Pazar

SARAYSIZ BAŞKAN JOSE MUJICA...

        Uruguay'ın eski devlet başkanı Jose Mujıca'yı tanımayanımız pek yoktur sanırım. Devlet başkanıyken maaşının yüzde doksanını yoksullara dağıttığı için; köhne bir çiftlik evinde eşi ve köpeğiyle birlikte, çevresinde koruma ordusu olmadan yaşamayı seçtiği için dikkatimizi çekti kendisi. "Fakir değilim tutumluyum" dese de dünyanın en fakir başkanı olarak tanıdık onu. Geçtiğimiz mart ayında emekli olan, 80 yaşındaki Mujica bugünlerde Türkiye'de. Bazı belediyelerin ve kuruluşların davetlisi olarak söyleşiler gerçekleştiriyor, çeşitli temaslarda bulunuyor ve bugün (8.11.2015) İstanbul Kitap Fuarı'nda yine bir konuşma yapıp, yeni çıkan biyografisini imzalayacak. Dün Beylikdüzü Belediyesi'nin davetlisiydi. Kaçırırsam yuh olsun bana dedim ve saat 14.00'e doğru belediyenin kültür ve sanat merkezinde aldım soluğu. Eşim çalıştığı için ve Orhun da mecburen okulda olduğu için yalnızdım. 14.00'teki söyleşiye en az bir saat öncesinden gidip sıraya girmem gerektiğini tahmin ediyordum ancak geç kaldım. Gittiğimde konferans salonu dolmuştu ve kapısı kapatılmıştı. Bu durumda salonun hemen önündeki sergi alanında hazırlanan bölümde barkovizyondan izleyecektik Mujica'yı. "Pepe" lakaplı mütevazi başkana ilgi büyüktü. 
    Konuşmanın başlamasını beklerken, salonun kapısının önüne yığılmış bir grup insanın içeriye alınma tartışmasını dinlemek zorunda kaldık. İki kadın neredeyse yarım saat aralıksız bağırdılar. Adamın biri de görevliye "Ya içeride karım çocuğum var" diye çemkiriyordu. Konuşma başladı bunlar hala bağırıyorlar. Bu sefer konuşmayı dinlemek isteyenler onlara bağırmaya başladı. İlk dakikalar böyle saçma sapan geçti. 
Çok fenayız. Gerçekten nerede nasıl davranmamız gerektiğini bilmiyoruz. Bence de konuşmacı çıkana kadar izleyiciler salona alınabilir ve merdivenlere oturtulabilirler ancak böyle bir karar verilmişse zorlamanın alemi yok. Belki güvenlik nedeniyle, ya da ne bileyim belki adam çok yaşlı olduğu için daha sakin bir ortam yaratılması istendiğinden salona haddinden fazla insan sokulmayıp dışarıda alan hazırlanmış. 
Niye ısrar edip herkesi rahatsız ediyorsunuz? Bağırıp çağıranlar en sonunda konuşmayı dinlemeden söylene söylene gittiler. 

    Konuşmanın moderatörü Enver Aysever'di. Onun tarzını bilenler sıkı bir sosyalist olan Pepe'yi zorlayacak sorular sormak isteyeceğini bilirler. Öyle de yapmaya çalıştı, daha sert söylemlerde bulunması için zorladı da. Ancak dünyada savaşlar sürerken Nobel barış ödülünü gereksiz bulan ve reddeden eski başkan daha barışçı bir tarzda sosyalizmi anlatmak yanlısıydı. Özetle, dünyada silahlara ve savaşa harcanan paranın fakirliği yok etmek için kullanılması durumunda eşitsizliğin ve sosyal sınıf farkının zaten olamayacağından bahsetti. Mevcut şartlarda, dünyada sosyalizmin genelgeçer olmasının çok zor olduğundan ancak umudu kaybetmemek gerektiğinden; insanların birbirlerine tolerans gösterdikleri takdirde bir umut olduğundan; öncelikle kültürel anlamda değişimin gerektiğinden bahsetti. Çevre sorunlarına da özellikle değindi. "Aslında benim isteğim anarşizimdir (Anarşizmi yanlış değerlendirenler için belirtmek isterim ki bu kelime 'devletsizlik' anlamına gelmektedir) ancak zamanımızda insanların kendi kendilerini nasıl idare edeceklerini bilemeyiz" diyerek, bunun boş bir hayal olduğunu ima etti. Anladım ki, insanların eşit şartlarda yaşaması gerektiğine inanan ve hayatı boyunca bunun için mücadele etmiş bir idealist olan Mujica, yaşamının son yıllarında daha yumuşak bir havada "Birbirimizi sevelim, adalet ve eşitlik için ne yapmamız gerektiğini düşünelim" mesajlarını kitlelere ulaştırmak için çalışmaktan vazgeçmemiş. Tonton bir ihtiyar vardı karşımızda. Muzip gülümsemesi olduğu yazıyordu gazetelerde ve gördüm ki gerçekten böyle bir gülümsemeye sahip. 
    İnsanlık adına, siyaset adına ders niteliğinde bir konuşmayı dinledik dün. Konuşma bittikten sonra başkanın "İktidarda Bir Kara Koyun/Saraysız Başkan Jose Mujica" isimli kitabının ücretsiz dağıtılacağını öğrenen güruh -her zaman yaşadığımız gibi- öyle saygısızca bir saldırı gerçekleştirdi ki sanki az önce sakin sakin barıştan, insan haklarından, eşitlikten, kültürden bahseden bir duayeni dinlememişler sanırdınız. 
Bir gurup sıraya girmişken, bir o kadar insan açıktan saldırdı ve yine bağırış çağırış oldu tabii. Ben böyle durumlarda inanılmaz utanırım. Hiç hoşlanmadığım sahnelerdir bunlar. Bekledim ve kalabalık dağılınca aldım kitabımı. Herkese yetecek kadar kitap vardı halbuki. Dışarıdan zaten alacaktım bu kitabı, sağ olsun Beylikdüzü Belediyesi bu işi benim için halletmiş oldu. Kitabı imzalatmak için fuara gitmeyi de istiyordum ancak ilginin büyük olacağını ve kalabalık yüzünden her kitabı imzalayamayacağını düşünüyorum çünkü 45 dakika ayırmışlar. Bu yazıyı erken saatlerde okuyanlar ve Pepe'yi görmek isteyenler varsa bugün Tüyap İstanbul Kitap Fuarı'nda 16.15'te imza etkinliği ve 17.00-18.00 arasında da söyleşi olduğunu hatırlatmak isterim. 
Arka plandaki elbise, belediyemizin "Cumhuriyet Dönemi Kıyafetleri" sergisinden... Duvarlarda da
"Atatürk Fotoğrafları Rölyef Sergisi" yer alıyor.

    Söyleşinin sonunda Jose Mujica'ya "Nutuk" ve "Mesnevi" hediye edildi ki öncelikle Nutuk olmak üzere bence güzel armağanlar bunlar. Çıkışta bir adam karısına şöyle diyordu "Mevlana mı? Yuh yani! Hafız bilmemkimin eserini verseydiniz bari!" 
Ya arkadaş her şey mi eleştirilir? Okumuyorsun, bilmiyorsun bari sus. Mevlana bizi en güzel anlatacak olan simgelerden biridir. Dünyanın her yerinde filmlerde, romanlarda hoşgörü üzerine, dünya üzerine, insanlık üzerine Mevlana'dan alıntılar yapılırken bizim insanımızın bu durumu kavrayamamış olması üzücü bir durum bana kalırsa. Çok fenayız dediğim gibi. Biraz kalabalığa karışınca gözlemlediklerim beni her seferinde şaşkınlığa düşürüyor. Anlamayan çocuğunu oralara sürükleyip çocuğundan bir de "Çocuğum ben, ne işim var benim burada, beni düşünmelisin" diye azar işiten de vardı; söyleşi sürerken zırt pırt kalkıp sigara içmeye giden ve böylece diğerlerini rahatsız etmekten çekinmeyenler de... Daha neler neler... Fazla gözlem iyi değil arkadaş! Beynim döndü resmen. 
    Yine de, her şeye rağmen faydalı bir söyleşi dinledim. Maaşının çoğunu fakirlere dağıtan, çiftlikte yaşayan, vosvos kullanan, korumasız gezen bir başkanı görmek hayatta kaç kere kısmet olur değil mi ama? Bu arada gerçekten gördüm:) Sanat merkezine geldiğinde biz dışarıda bekleyenlerin önünden geçip gitti, alkışladık kendisini:) Enver Aysever "Türkiye'de bir pop yıldızı gibi seviliyorsunuz" dediğinde "Şarkı söylemiyorum ama" deyip tonton tonton güldü:) Sonra da "Ben hayatının sonuna gelmiş değişik bir ihtiyarım, beni abartmayın, kendiniz dünyayı değiştirmek için neler yapabilirim diye düşünün" minvalinde şeyler söyledi. Şimdi kitabını okuyacağım, bakalım başka neler söylüyor Saraysız Başkan!








4 Kasım 2015 Çarşamba

IRISH COFFEE YAPTIM...

   Pazar akşamı seçim sonucuna bozulan bendeniz -stres atmak için olsa gerek- 
birkaç saat mutfaktan çıkamadım. Televizyonda bangır bangır seçim sonuçları dönerken ertesi günün yemeğini yaptım, üzerine değişik bir elmalı kek attırdım. 
Dur dedim bir de irish coffee deneyeyim. Haber programlarını seyredebilecek kıvama yaklaşmıştım, hafif alkollü bir kahve televizyonun karşısında iyi gider dedim. 
Irish coffee, dışarıda tercih ettiğim kahve çeşitlerinden biri. İlk defa kendim denedim, gayet güzel oldu. İnternette hızlıca bir araştırma yaptıktan sonra şu şekilde yapmayı tercih ettim: Büyükçe bir fincanda her zaman içtiğimiz miktarda kahve (granül) hazırladım. Şekerini de yine zevkimize uygun olarak ekledim. Ben biraz şekerli içiyorum, herkes istediği kadar ekleyebilir. Bir fincan kahveye 2 çorba kaşığı viski ekledim. Hafif oldu. İsteyen bu miktarı biraz daha arttırabilir tabii. Suyla çırptığım krem şantiyi sıkma torbasına koyup, pasta süsler gibi kahvenin üzerine sıktım. Ama bu şekilde hemen dağılıverdi. Kremalı kahve hazırlamaya devam edeceksem, kremayı sprey şeklinde almalıyım sanırım. Sonuç gayet hoştu. Tavsiye ederim. Öyle işte... İlgilenen varsa bir tarif de benden gelmiş oldu.