30 Aralık 2016 Cuma

BUGÜNLERDE...

    2016'nın son günlerinde küçümencik bir tatil yaptık. Oğlumuz nedeniyle yine Tallinn'e oldu yolculuk. Onu da aldık geldik. Noel tatili ve sömestr tatili birleşti ve uzunca bir ara var. Çok şükür hep beraber evimizdeyiz şimdi.
    Daha önce yurt dışı gezilerimizi bahar ve yaz aylarında gerçekleştirmiştik. İlk defa bu mevsimde farklı bir ülkeye seyahat etmiş olduk. Tallinn malum kuzeyde. Çok soğuk olacağını düşünerek gittik ama bizim orada bulunduğumuz sırada İstanbul daha soğuktu. Yani fazla zorlanmadan gezdik. Üşüdüğümüz zaman sıcak şarap ve kahve molaları verdik.
    Tallinn Christmas nedeniyle ışıl ışıldı. Diğer Hristiyan ülkelerdeki kadar parlak değildi belki ama yine de süslüydü. Diğer ülkelerle kıyaslamamın nedeni Estonya halkının yaklaşık yüzde yetmişinin hiçbir dine inanmıyor olması. Dolayısıyla yeni yıl ruhu ve renkleri vardı ama dini semboller yoktu diyebilirim.
    Old Town'da kurulan christmasmarket küçük ama sevimliydi. Beklentilerimin tersine standlarda sergilenen hediyelikler sonbaharda gördüklerimizle aynıydı. Noel Babalı kar küreleri vs. alırım dedim ama yoktu. Estonya'ya özgü yün giysiler, ahşap malzemeler, keçeden yapılmış eşyalar, amber takılar vardı yine. Farklı olanlar yerel sokak yemekleri ve sıcak şaraplardı.
 

    Kocaman bir yılbaşı ağacı ve Noel Baba eksik değildi ama. Noel Baba'nın kulübesinin önü her saatte çocuklarla doluydu. Kapıdan şöyle bir göz atıverdim. "Gördüm! Gördüm!" diye mutlu oldum bir de üstüne:)
    Kaldığımız otel de yakın olunca her gün gece ve gündüz çeşitli saatlerde uğradık 
Old Town'ın neşeli ortamına.

     Kalan zamanımızda kafamıza göre gezdik. Daha önce Eylül'de geldiğimizde tercih etmediğimiz ancak bu kez mevsimsel nedenlerden dolayı ara sıra kendimizi attığımız alışveriş merkezlerinden birinde şahane bir kitapçı keşfettik. İki kez ziyaret ettik burayı. Birinde kafe bölümünde uzun uzun sohbete oturduk kitaplara karşı. O kadar enfes kırtasiye malzemeleri ve farklı eşyalar vardı ki bir sonraki gelişimde sırf burada harcamak üzere para biriktirmeye başlayacağım.
 
    Soğuk havada yapılacak en güzel şeylerden biri de müze gezmektir. Önceki gelişimizde gezmediğimiz Museum of Occupations'ı ziyaret ettik. Burası Estonya'nın Naziler ve Rusya tarafından işgal edildiği yılları anlatan bir müze.
    Naziler ülkeyi 2.Dünya Savaşı'nda işgal ediyorlar malum. Arkasından Rusya geliyor ve uzun yıllar baskı uyguluyor. (Tallinn'le ilgili ilk yazılarımdan birinde bu konudan ayrıntılı bahsetmiştim). Müzede işgal edenler, işgale karşı çıkanlar, baskıdan kaçanlar var. Acıtıcı gerçekler yani. Dünyanın her yerinde her zaman görülen bitmeyen bir durum...

    Tallinn'de bulunduğumuz 4-5 gün içerisinde ülkemizde Kayseri patlaması ve Rus büyükelçinin öldürülmesi olayı yaşandı. Gezip gördük belki ama memleketten haber almak isteğiyle bir gözümüz devamlı telefonumuzdaydı. Ve tabii ki yüreğimiz... 
Özel anlamda sevdiklerin mutlu değilse, genel anlamda vatanında huzur yoksa senin de mutlu olman mümkün değil. Bu da böyle hatırlayacağımız bir seyahat oldu. 
Geçmiş yıla bakıp hayıflanmazdım hiç ama 2016 için aynı şekilde davranamayacağım. Güzellikler de yaşandı elbet ve aldığımız dersler mutlaka olmuştur. Ancak çoğunlukla sıkıntılı bir yıldı. 2017 için güzel şeyler umut etmek zorundayız fakat görüyorum ki bu sefer herkes tedbirli konuşuyor. Ne yapalım? Yine de enseyi karatmayalım. 
    2017 güzelliklerle gelsin inşallah. Herkesin yeni yılını gönülden kutluyorum. 
Mutlu bir yıl olsun! Bütün güzel dileklerimiz gerçek olsun!
   















27 Aralık 2016 Salı

GEORGE MICHAEL...

   
    2016 sağdan soldan vurmaya devam ediyor. En son George Micheal'ın ölüm haberini almak beni çok sarstı. Uyumaya hazırlanıyordum. Orhun sömestr tatilinde, evde. İlk o söyledi. Çok üzüldüm, çok çok üzüldüm. Çocuk da şaşırdı. Bu haberden fazlasıyla etkilendim çünkü George Michael benim ilk gençliğimdi. Asla yüz yüze görüşemeyeceğimi bildiğim ilk aşkımdı. 14 yaşındaki Sezer'den bahsediyorum. 
Ve devamındaki birkaç seneden... İlk çıktığı gün koşa koşa gidip aldığım gençlik dergilerinden haberlerini ve fotoğraflarını kesmeler, onları özenle hazırlanan defterlere yapıştırmalar, aralara şiirler serpiştirmeler, her gece bir gün tanışırım belki hayaliyle resmini öpüp uykuya dalmalar, kasetlerini döndüre döndüre dinlemeler, televizyonda veya radyodaki programlarda sıradaki şarkının onun olması umuduyla dikkat kesilmeler, alınmadık posterini kartpostalını bırakmamalar...
    Sevgim şekil değiştirdi belki ama 20.yüzyılın en iyi şarkıcılarından biri olması nedeniyle şarkılarını dinlemem ve takip etmem bugüne kadar değişmedi. Ergen hallerimi düşünürdüm bazen, George Micheal için hazırladığım defterleri çıkarır bakar ve o yıllardaki halime gülerdim. Ancak şimdi, 
şu an, yürekten hayranı olduğum sanatçı bu dünyadan göçüp gittikten sonra defterlerime baktığımda hüzünleniyorum. 
O günlerdeki evimiz, annem, kardeşim, hayatta olmayan ve çok özlediğim babam, arkadaşlarım, geleceğe dair endişelerim ve her şeye rağmen umutlarım, ortaokul yıllarım, lise yıllarım, içine daldığım gençlik dergileri, odamızın duvarlarındaki posterler, video kasetler, teyp kasetleri, radyo programlarındaki istek şarkıları ve daha neler neler geliyor aklıma. Akranlarımın benimle aynı şeyleri hissettiğine eminim. 
Tuhaf bir duygu bu. Tüm bu sebeplerden dolayı çocukluğumuza, gençliğimize ait isimler göçüp gittiğinde çok üzülüyoruz belki ama zamanında bizlere yaşattıkları güzel duygular da yadsınamaz ve unutulamaz. Dilerim yüzümüzde gülümseme bırakan tüm insanlar rahat uyusunlar. 









16 Aralık 2016 Cuma

ÜSKÜP...GEÇMİŞİN HATIRASI, GELECEĞİN UMUDUYLA...

    Çocukluktan beri hiç ayrılmadığımız arkadaşım Nevra'yla, geçtiğimiz Ekim ayında kısa bir Makedonya seyahati gerçekleştirdik. Erken yaşlarda hayat gailesine atıldığımız için beraberce tatil yapmadığımızdan yakınıyorduk ve ani bir kararla Üsküp'te buluverdik kendimizi. Neden Üsküp? Bilmiyorum. Vizesiz gidilebilecek yakın bir yer düşünürken benim ağzımdan "Üsküp" çıkıverdi ve öyle de oldu:) Ohri'yi görmeden dönülmez diye düşündük ve bir günümüzü de bu güzel şehre ayırdık.
    Ekim ayının ortalarında, bir sabah vakti, yaklaşık 1 saatlik uçuştan sonra Makedonya'nın başkenti Üsküp'e, yani Skopje'ye vardık. Alexander the Great Havalimanı ile şehir merkezi arasında yolculuk yaklaşık yarım saat sürmekte. Bazı gezi yazılarında şehir merkezine ulaşımın olmadığını, mecburen taksiye binmek gerektiğini okudum. Yanıltıcı bir bilgi bu. İsteyen taksi tutsun tabii ama hemen havalimanı çıkışında, uçak saatlerine göre kalkan bizdeki Havataş benzeri otobüsler mevcut. Biz her ikisini de kullanmadık. Arkadaşımın Üsküp'te üniversite öğrencisi olan bir tanıdığı aldı bizi. Çocuğa annesinden evrak götürmüştük. Böylece hepimizin işi hallolmuş oldu.

    Erken bir saatte Üsküp'te olduğumuz için ilk işimiz önceden ayarladığımız otele çantalarımızı bırakıp, meşhur Balkan böreğinden tatmak oldu. Burada bir parantez açıp konakladığımız otelden bahsetmek istiyorum. Şehrin Müslüman bölümüne daha yakın olup, oldukça merkezi bir konumda yer alan Hotel Super 8'i tavsiye ederim. Fiyat-fayda dengesi oldukça yerinde, çalışanları mükemmel bir mekan.

    Yağmurlu bir sabahın çok erken saatlerinde, Türk Çarşısı'nda, sadece işe giden erkeklerin karnını doyurduğu bir börekçiydi uğradığımız. İsmini veremeyeceğim çünkü fotoğraftan da anlaşılacağı üzere ismini okuyamadım. Bizi havalimanından alan genç arkadaşımızın ısrarıyla girdik bu börekçiye yoksa asla ilgimizi çekmezdi ve sabah sabah iki kadın olarak tercih etmezdik muhtemelen. Yerel halkın tercih ettiği bir mekanı deneyimlemiş olmak açısından iyi de oldu aslında.
    Ortam pek iç açıcı değildi belki ama kıymalı böreklerimiz oldukça lezzetliydi. Bazı müşterilerin pita ekmeği tarzında bir ekmeğin içine malzemesiz böreği koyup yemeleri çok ilginç geldi bana. Buralarda meşhurmuş ve "poğaça börek" deniyormuş. Hamur işiyle pek aram olmadığı için tercih etmeyeceğim bir yiyecek bu. Nasıl ve neden beğeniliyor bilemiyorum ama savaş yıllarının yokluk zamanlarından kalan bir alışkanlık olsa gerek diye düşünüyorum.

    Böreklerimizi yedik, Üsküp'ü keşfetmeye geldi sıra. Bu konuda hevesliyiz ancak Türk çarşısında dükkanlar açılacak gibi değil. Meğer o gün 2.Dünya Savaşı'nda işgalci Alman, İtalyan ve Bulgar birliklerine karşı başlatılan direnişin ilk günüymüş ve milli bayram olarak kutlanmaktaymış. Resmi tatile denk gelmişiz yani. Ertesi günü Ohri'ye gideceğimiz için Üsküp müzelerini bugün tamamlamayı düşünüyorduk ancak bırak müzeleri neredeyse dükkanlar bile kapalı. Şehrin Müslüman kısmı da, Hristiyan kısmı da aynı şekilde. Yapacak bir şey yok. Görebildiğimiz kadarını göreceğiz. 
Müzeler 3. günümüzde akşam uçağına binmeden önce halledilecek.

    Üsküp, Vardar Nehri'nin ve üzerinde en eskisi tarihi bir Osmanlı yapısı olan Taşköprü ile diğer yeni köprülerin ayırdığı iki bölgeden oluşuyor. Bir tarafta Müslümanlar, diğer tarafta Hristiyanlar yaşıyorlar. Müslüman kısmın camilerinde, hanlarında, hamamlarında, çeşmelerinde şehre yaklaşık 600 yıl süreyle hakim olmuş Osmanlı'nın izleri görülmekte. Eski Türk Çarşısı diğer Balkan ülkelerinden aşina olduğumuz özellikte. Arnavut kaldırımlı sokakları yerel giysiler ve turistik eşya satan dükkanlarla, antikacılarla, dericilerle, bakırcılarla bezeli. Türkçe konuşanların sayesinde rahatça gezebileceğiniz bir çarşı burası. Ancak pek bakımlı olduğunu söyleyemem. Bu yüzden ne yazık ki iyi görüntü de alamadım.
 
 
    Şehrin turistik açıdan asıl önem verilen kısmı belli ki nehrin diğer yakası. Çoğunluğu Makedon, Arnavut ve Türkler'in oluşturduğu nüfus içerisinde burası ağırlıklı olarak Hristiyanların yaşadığı bölge. Daha modern, daha düzenli, daha canlı. Orada duyduklarıma göre Müslüman kısım vergisini ödemediği için hizmetler aksıyormuş, vergi vermemenin nedeni ise zaten hizmetin gelmiyor oluşuymuş. Kısır döngü dediğimiz durum tam da bu işte.

   Yeni Üsküp inanılmaz bir inşaat faaliyeti altında. 2014 yılında başlatılan bir proje ile çeşitli kamu binalarının, müzelerin,kültür merkezlerinin yapılmasına; anıtların dikilmesine karar verilmiş. Mali açıdan zahmetli bir iş olduğu için hemen bitirilecek bir proje değil bu. Nitekim şehir düzenlemesi hala sürüyor. Üsküp'ün bu kısmında inşaat makinelerinin ya da yapımı süren bir binanın bozmadığı fotoğraflar çekmek çok zor.

        Hristiyan bölgesinin merkez noktası Makedonya Meydanı. Meydanda yer alan Büyük İskender heykeli nedeniyle İskender Meydanı da deniyor buraya. Meydanın bir ucundaki İskender'i diğer uçtan babası II.Filip (II.Philippos) selamlıyor.



    Her iki heykelin arasında yine İskender var. Bu sefer annesi Olympias ile sevgi dolu sahneleri betimlenmiş. Birinde annesinin karnında, diğerinde bebek haliyle annesi emzirirken, bir diğerinde anne-oğul oyun oynarlarken...

    Büyük İskender, yani Alexander, Makedonya için çok önemli. Babası Makedonya Kralı II.Philippos'un ölümünden sonra hakimiyetine aldığı toprakları devamlı Doğu'ya ilerleyerek Hindistan'a kadar genişletmiş büyük bir imparator. Kendi adıyla kurduğu pek çok şehirden biri de bizim topraklarımızdaki İskenderun.
    Alexander, Yunanistan'la Makedonya arasında paylaşılamayan bir figür. İmparatorun Yunanlı olduğunda ısrar eden Yunanistan, Üsküp'e dikilen bu heykeller için kıyameti koparmış. "Büyük İskender Makedon mu? Yunanlı mı?" tartışması pek meşhur. II.Filip zamanında Makedonya bir krallık. Yunanistan'da ise şehir devletleri şeklinde bir yapılanma var. Filip teker teker bu şehir devletlerini ele geçiriyor. Oğlu İskender'in hocası meşhur filozof Aristoteles. Yani bir Yunanlaşma durumu var ama İskender kesinlikle Makedonyalı.
    Bu arada Makedonya'nın isminin de iki ülke arasında sorun olduğuna değinmek isterim. Zamanında ayrılan bu iki ülkeden Yunanistan'da da Makedonya isimli bir bölge var malumunuz. Bu yüzden Yunanistan "senin adın Makedonya olamaz" diyor ve bu ülkenin Avrupa Birliği'ne alınmaması için elinden geleni yapıyor. Geçtiğimiz sene okuduğum bir habere göre Makedonya Başbakanı "hallederiz, Yunanistan sıkmasın canını, gerekirse ismimizi değiştiririz" minvalinde bir konuşma yapmış. Her ikisinin de birbirinden toprak talep etme korkusu olduğu söyleniyor. Karışık işler... Balkanlar konusu benim çok kafamı karıştırır zaten. Henüz yakın zamanda barış sağlanmışken umarım herkes sorunlarını halleder ve uslu uslu yerinde oturur.
 
    Biz yine dönelim işin turistik kısmına. Vardar Nehri kıyısında 2014 projesiyle düzenlenmekte olan bölgede çok fazla heykelin yer alıyor olması, okuduğum ve dinlediğim kadarıyla gezginlerin pek hoşuna gitmemekte. Biraz fazla bulunuyor bu heykeller. Heykel sanatını sevdiğim için olsa gerek,ben fazla bulmadım. Daha doğrusu çoğunluk gibi rahatsız olmadım. Nehrin kıyısı, üzerindeki köprüler, müze ve tiyatroların önleri ülkenin gelmiş geçmiş tarihi kişiliklerinin, sanatçılarının heykelleriyle süslenmiş.







Soykırım Müzesi



    Bahsettiğim bölgenin en ihtişamlı binası Ulusal Arkeoloji Müzesi. Akşama doğru müze civarında klasik müzik de çalınıyor ki heykeller, müzik derken hoş bir hava oluşuyor.



    Üsküp'teki ilk günümüzde müzeler de kapalı olduğu için amaçsızca gezinip şehri tanımaya çalıştık; gelmeden sipariş edilen kuru eti, şarabı, Arnavut arkadaşlarımızın çok iyi bileceği ancak benim şu an adını unuttuğum mezeleri nereden alabileceğimizi araştırdık; yorulunca gözümüze hoş gelen kafelerde soluklandık; trileçenin tadına baktık. Bayram günü olduğu için ellerinde bayraklarla yürüyüş yapan insanların arasına karıştık.
 
   Trileçe tatlısını daha önce hiç denememiştim. Bu coğrafyada meşhur olduğu için tatmamak olmazdı. Arnavut tatlısı olarak biliyoruz ama Vikipedi'de Meksika tatlısı yazıyor, onu da şimdi öğrendim şaşırdım. Eski Çarşı'da House Ice Gelato'da (ismi aynen bu) yediğim trileçe gerçekten çok lezzetliydi. Ne gerek varsa şöyle bir tabak istedik, halbuki sadece Trileçe yeterliydi:)

    Az önce saydığım yerel yiyecek ve içecekler için en uygun yerin Bit Pazarı olduğu söylendi. Bit Pazarı deyince ve üstüne üstlük "muhakkak gidin" denilince benim gözümde hoş bir antikacılar çarşısı canlanmıştı. Alakası yokmuş. Beyazıt, Aksaray civarına benzer bir bölgede -ne arasan bulunur tezgahlar vardır ya, o açıdan benzettim-, bildiğimiz mahalle pazarı kurulmuş. Eğer yanlış yere gitmediysek Bit Pazarı orası imiş. Beklediğim gibi çıkmadı yani. Üsküp'ten ayrılmadan önce bir ara ben kafama göre gezerken, arkadaşım kuru et ve meze alışverişi yaptı buradan. Çünkü "almadan gelme" denilen siparişlerdi bunlar. Beklediğim gibi olmadığını söyledim fakat olumsuz hava yaratmak istemem, kuru et ve mezeler oldukça beğenilmiş. Alışveriş yapmak isteyenlere duyurulur.
    Şehirdeki ilk günümüzü meşhur Destan'ın meşhur köfteleriyle sonlandırdık. Zannediyorum bu köfteye Bosna'daki gibi Cevapcici deniyor. Biz köfte dedik, o da anlaşıldı. Üsküp'e gidenler genelde Destan'da yiyorlar köftelerini. Şehrin her iki kısmında da şubesi var. Köfteler oldukça lezzetli, biberler ise acı:)
   
    Bu kadar alışverişten bahsetmişken ülkenin para birimi Makedonya Dinarı'nı es geçmemek lazım. Bugünkü kura göre 1 M.Dinarı 0.0608861... Türk Lirası. İnanılmaz kafam karıştı. Baktım olmayacak "100 dinar 5 lira" şeklinde ortalama bir yol tutturup ona göre hesap yaptık ki aslında 6 lira.

    Paralarımızın değer farkından dolayı, bir de Makedonya bize göre daha ucuz bir ülke olduğu için elimizdeki bir sürü dinarı görüp, kendimizi zengin sanıp epeyi bir açılmışız:) Gidecekleri bu konuda uyarmayı bir görev bilirim efendim. Çoğu yer Euro da kabul ediyor, hatta bu konuda oldukça istekliler ancak bu şekilde hesabı yuvarladıkları için daha fazla para ödemiş oluyorsunuz.

    Makedonya'daki ikinci günümüzü Ohri'ye ayırmıştık. 1 gün konakladığımız ve çok beğendiğim Ohri'yi ayrı bir yazıyla anlatmak istiyorum. O yüzden ülkedeki 3.günümüzde tekrar döndüğümüz Üsküp'te ziyaret ettiğimiz müzelerde sıra.

    İstanbul'a dönüş uçağımız akşam saatlerinde olduğu için Üsküp'teki son günümüzü dolu dolu değerlendirebildik. Ohri'den öğle saatlerinde dönmüştük ve hemen kendimizi resmi tatilde kapalı olan müzelere attık. İlk durak günümüzde çağdaş sanat galerisi olarak düzenlenmiş Davutpaşa Hamamı'ydı.
    Burası 15.yy'ın sonlarında II.Beyazıt'ın sadrazamı Davut Paşa tarafından yaptırılmış, hem erkeklerin hem kadınların kullanımına açık olduğu için çifte hamam olarak düzenlenmiş bir mekan. Bugün bile zamanının etkileyiciliğine sahip tarihi dokusuyla ve bu hava içerisinde asla olumsuz bir şekilde göze batmayan sanat eserleriyle oldukça beğendiğim bir müze oldu.

   

    İkinci durağımız, Neo-Klasik yapısıyla Vardar Nehri'nin hemen kıyısında antik bir mabet  gibi yükselmesi hedeflenmiş olan Ulusal Arkeoloji Müzesi. Dış mekanın ihtişamlı olduğu kadar içerisi de oldukça özenli. İnşasında TİKA'nın da desteği olduğu biliniyor. Roma İmparatorluğu'nun hakimiyetini tatmış hemen her ülke gibi özellikle bu dönem eserleriyle dikkat çeken bir müze burası. Arkeoloji çalışmalarının ancak son yıllarda hız kazanması nedeniyle koleksiyon açısından çok zengin değil. Ülkemin geniş koleksiyonlarını bildiğim için bana yetersiz gelmiş de olabilir tabii. Yine de görülmesi gereken bir mekan. Halihazırda süren arkeoloji çalışmaları nedeniyle zamanla gelişeceği kesin.

    Ne yazık ki iç mekandan fotoğrafım yok. Sadece birkaç ziyaretçiydik, rahat rahat birkaç hatıra fotoğrafı alacağımı düşünüyordum ki kadın görevli gelip çektiklerimi silmemi istedi. Teker teker silerken tüm naletliğiyle tepemde durup bekledi. Hiç hoş bir tavır değildi. Bir yandan siliyorum, bir yandan da "sen gel Türkiye'ye arkeoloji müzesi gör, senin fotoğraflarına mı kaldım" diye çocuklar gibi söyleniyorum:) Fakat inanılmaz sinirlendim. Böyle bir durumda özür dilerim, "tamam başka çekmiyorum" derim, ya da görevlinin gözünün önünde kendi isteğimle silerim çektiklerimi. Ancak buradaki tavırdan hiç hoşlanmadım. Zaten bazı müzelerin fotoğraf çekimi konusundaki bu takıntısını anlamış değilim. Daha önce de bahsetmiştim, ortam çok kalabalıksa fotoğraf çekenler diğerlerini rahatsız edeceği için tercih edilmeyebilir. Bunu anlarım. Kesinlikle flaş kullanılmaması gerektiğini de anlarım. Ancak zinhar yasağı anlayamıyorum. Güvenlik için desem saçma. Çünkü hırsızlık yapacak ya da herhangi bir zararlı eylem gerçekleştirecek olan yine yapar. Düşündüm taşındım işin ucunda maddi kaygılar olduğuna karar verdim. Eserlerin izinsiz kullanılmasını engellemekle ilgili bir durum olsa gerek. Fakat bilmeliler ki sadece hatıra olsun diye amatörce fotoğraf almak isteyenler bu yasaklardan ve suçlu muamelesi görmekten çok rahatsızlar. Sadece turistiz yahu!

    Neyse, fotoğraf çekiminin sorun olmadığı bir müzeye gidelim biz şimdi. 
Rahibe Teresa'nın evine... 



    Üsküp doğumlu Arnavut bir Katolik olan Rahibe Teresa 1910 yılında bu evde doğmuş. Yardımsever faaliyetleri nedeniyle 1979 yılında Nobel Barış Ödülü'ne layık görülen rahibenin evi, barış güvercini motifleriyle süslenmiş modern görünümüyle dikkat çekiyor. Özel eşyaların, fotoğrafların sergilendiği müzede küçük bir de şapel yer alıyor.



    Rahibe Teresa tüm dünya üzerindeki yoksullar, özellikle kadınlar ve çocuklar için çalışmayı amaçlamış. Daha çok Hindistan'da faaliyet göstermiş ve Kalküta'da ölmüş. Rahibe olmasına rağmen hayatının son 50 yılını, yani oldukça büyük bir bölümünü Tanrı'yı sorgulayarak geçirdiği biliniyor. Bir dostuna yazdığı mektuplarla belgeli bu durum. "Herkese kalbimin Tanrı aşkıyla dolu olduğunu söylemek zorunda kalıyorum"gibi ifadeleri varmış. Tanrı'yı sorgulamaya başlamasının, yardımların hız kazandığı zamana denk gelmesi ilginç. Belki de fazlaca tanık olduğu yoksulluk ve çaresizlik böyle düşünmesini sağladı. Bilemiyorum. Ama bilinen bir şey var ki Vatikan'ın onu yine de "azize" ilan etmiş olması. Azize sayılmak için iki mucize gerçekleştirmek gerekiyormuş. Rahibe Teresa iki umutsuz hastayı iyileştirdiği için bu mertebeye erişmiş. 

    Üsküp'te gezip görülecek çok daha fazla yer var tabii ki. Biz sadece iki gün ayırdığımız ve bunun biri her yerin kapalı olduğu bayram gününe denk geldiği için yalnızca merkezi bölgeyi ve buradaki mekanları görebildik. Bunların da kimine zamansızlıktan giremedik. Hava muhalefeti nedeniyle Milenyum Haçı'na çıkmayı tercih etmedik. Yine zamansızlıktan, kesinlikle tavsiye edilen Matka Gölü ve Kanyonu'nu planlarımız içerisine dahi almadık fakat aklımızın bir köşesinde kaldı. Hakkımızı (ayrıca anlatacağım) Ohri Gölü'nden yana kullandık. Güvenliğinden emin olamadığımız Roma zamanından miras kaleye çıkmadık.  İki arkadaş beraberce sık gerçekleştirme imkanı bulamayacağımız bir gezi olması nedeniyle, yeme-içme-sohbet üçlüsüne fazlaca yer ayırıp Mücadele Müzesi, Soykırım Müzesi gibi müzelere giremedik. Şu satırları yazarken, küçük zannettiğim şehrin aslında hiç de benim zannetiğim kadar küçük olmadığını bir kez daha anladım. Yıldırım Beyazıd'ın kurduğu ve Üsküp'te doğan Yahya Kemal'in deyişiyle "son zamanlara kadar ilk asırlardaki çeşnisini tamamiyle muhafaza etmiş bir Türk şehri" olan bu şehirde Osmanlı'nın ilk devir izlerini yakalamak güzeldi. Şehrin modern kısmında kalabalığa karışmak da zevkliydi. Belli ki şehrin imarı tamamlandığında çok daha güzelleşecek Üsküp. Yalnız kusursuz bir görünüme kavuşması için Türk izlerinin görüldüğü tarihi kısma özen gösterilmesi ve Vardar Nehri'nin bugün çok az olan suyunun çoğalması gerek. Özellikle 1963 yılındaki büyük depremle zarar gören ve hala toparlanmaya çalışan şehirde hissedilen yarım kalmışlık hissinin birkaç sene içinde yok olması dileğiyle, belki bir daha gidersem turizm açısından arzuladığı noktayı yakalamış bir Üsküp görürüm umuduyla bitiriyorum bu yazıyı. Sevgili okuyucu! Bence sen şehre ait birkaç fotoğrafla buralarda biraz daha gezinmelisin:)


Aziz Ohrid Clement Ortodoks Katedrali. (1972)

   






Taş Köprü.  Fatih Sultan Mehmet zamanında yapılmış olması kuvvetle muhtemel. Ancak 2.Murad dönemine ait olduğu da söyleniyor.



























3 Aralık 2016 Cumartesi

PASTORAL AMERİKA

   
    Son zamanlarda seyrettiğim en ilginç filmlerden biri olan Pastoral Amerika'dan bahsetmek istiyorum. Pastoral Amerika, Philip Roth'un yazdığı romandan uyarlanan bir film. Kitabını okumadım. Ancak filmi seyrettikten sonra fena halde okuma isteği uyandırdı. Bu ara fazlaca kitap alışverişi yaptığım için bu konuda beklemedeyim. Müsait zamanda ilk kitap alışverişimi yaptığımda listemde kesinlikle Pastoral Amerika olacak. Tamamen tesadüfen kitap fuarından aynı yazarın bir başka romanını almışım. Şimdilik onunla başlarım ve yazar hakkında bir fikir de elde etmiş olurum zira daha önce tanışmadığım bir yazar kendisi.
  Gelelim filme. 1950'li yıllarda Amerika'dayız. Amerikan filmlerinden aşina olduğumuz klasik figürlerden olan lise futbol takımının yakışıklı kaptanı popüler Seymour ile okulun en güzel kızı Dawn evleniyorlar. Çocuğun Yahudi olması ilk başta aileler açısından ufak bir tereddüt yaşatsa da sorun aşılıyor, Seymour babasının eldiven fabrikasının başına geçiyor ve rüya gibi geçeceği düşünülen bir hayata adım atılıyor. Üzerine titredikleri kızları Merry mutluluklarını perçinleyen isim oluyor tabii. Merry büyüdükçe çocukta bir arıza olduğunu anlıyoruz yavaş yavaş. Çok akıllı, terbiyeli bir kız. Ancak kekelemesi bile, devamlı takibinde olduğu psikologun teşhisine göre, 
New Jersey Güzeli olan annesine bir tepki niteliğinde. Küçük yaşta felsefi konuşmalar yapması, hayatı sorgulaması, sorulara verdiği değişik cevaplar ileride olacakların göstergesi sayılıyor ve  16 yaşına geldiğinde de ipler kopuyor zaten. 
    Merry'nin büyümesiyle geldik 1960'lı yıllara. Amerika Vietnam Savaşı'na verilen tepkilerle çalkalanıyor. Doğuştan isyankar Merry, sakin kasabalarındaki postaneyi bizzat bombalayan eylemci olarak bir kişinin ölümüne yol açıyor. Bu olayla birlikte sırra kadem basıyor. Çok sonra babası onu bulduğunda öğreniyoruz ki daha sonra usta bir bombacı olmuş ve farklı olaylara da karışmış. Seymour'un hayatı kızını aramakla geçiyor. Tüm bu zaman zarfında rüya çiftin nasıl dağıldığına, anne-baba olarak nasıl acı çektiklerine şahit oluyoruz. Olayların etkisiyle bir süre akıl hastanesinde yatan ve zamanla olayları kabullenen, kızından umudunu kesen ve hayatını sorgulayarak kendine yeni bir yol çizen Dawn'ın yanında kızından asla vazgeçmeyen Seymour'u 
ayrı ayrı anlamaya çalışıyoruz. Nihayetinde Seymour, çok yakınlarda bir harabede yaşamakta olan kızını buluyor. Merry şiddetten vazgeçmiş ve Caynacı (Jainizm) olmuş. Tam bu aşamada filmin başında Seymour'un Yahudi geleneğine bağlı babası ile Katolik Dawn'ın doğacak çocuğun vaftizi, olası dini hakkındaki konuşması ve bunun aslında ne kadar boş bir tartışma olduğu geliyor aklımıza. Çileci yaşam tarzını benimsediği için sefalet içinde yaşayan kızını bu şekilde bulan Seymour'un üzüntüsünü tahmin etmek zor değil. Merry inancı gereği havadaki canlılara zarar vermemek için peçeyle geziyor, suya zarar vermemek için yıkanmıyor vs. Böyle uçlarda yaşayan bir kızcağız. Babası kızını bu hayattan vazgeçirmek için günlerce konuşuyor fakat Merry "çocuğunu iyi zannetmişsin" minvalinde bir şeyler söyleyerek kendisini rahat bırakmasını istiyor. 
Bu sahneyi seyreden anne babaların kafasına "dan!" diye indiriyor balyozu. Bırakıyorlar mecburen ama baba uzaktan uzağa kızını gözlemekten hiç vazgeçmiyor.
    Filmin sonunda şunu anlıyoruz, rüya çiftlerden rüya çocuklar çıkmıyor her zaman. Her şey yetiştirme tarzına bağlı da olmuyor. Bir de şu var, daha çocuk yaşta felsefe yapan, sorgulayan çocuklardan korkmak gerek. Hani "ay ne akıllı" derler ya, ben bunun her zaman iyi bir şey olmadığını düşünenlerdenim. Orhun da yapardı arada ve inanın endişelenirdim. Hassas olmak, çok düşünmek iyi değil. Orhun da küçükken -tövbe estağfurullah, Allah benzetmesin- Merry gibi "ben her şeyin ruhu olduğunu" düşünüyorum" diye dolanırdı. Bir kere boş tuvalet kağıdı rulosunu düşürmüştü klozete, aslında çekilmez ya ben de sifonu çekmiş bulundum. Haftalarca bunalıma girdi "niye yaptın? nereye gitti o?" diye ve ben "bak buldum" diye başka bir rulo vermeyi akıl ettim de rahatladı. Sonra da psikologa götürdüm:) 4 yaşındaydı. Doktor "oğlunuz çok akıllı, psikologa hiç gerek yok" deyip kibarca yollamıştı bizi:) Tüm samimiyetimle söylüyorum övünmek için anlatmadım. Tam tersi çocuk büyütmenin ne kadar zor olduğunu söylemek istiyorum. Zor, çok zor. Ha Merry'e benzettim ve korktum ama asla şiddet taraftarı bir durumunu hissetmedim oğlumun. Hassaslığı kendine zarar veriyor bizimkinin ve bu beni en çok üzen konulardan biridir. Merry de zaten 16 yaşının ateşiyle o eylemleri yapıp sonra pişmanlıktan çileci olmuştu. Neyse! Konuşacak, sorgulayacak çok şey var film üzerine. Ben anne olarak çocuktan girdim konuya ve o yönlerini algıladım ama Pastoral Amerika'nın konusu "Amerikan rüyasının çöküşü" olarak özetleniyor. Derin bir kitap ve derin bir film anlayacağınız. Kitabı en kısa zamanda okumam lazım. Psikolojik alt yapısı olan, aile hikayeleri anlatan kitaplara bayılırım.
    Kitabı okuyanlar iyi bir uyarlama olmadığını söylüyorlar genelde. Kitaptan ayrı düşünürsek bence gayet etkileyici bir film. "Onu anlatmamış, bunu anlatmamış" diyerek eleştiri yapıyorlar. Tamam da arkadaş, yönetmen o dediklerinin ipucunu veriyor. Her ayrıntıyı anlatsaydı 2 saatlik film 4-5 saate çıkardı. Baş roldeki Ewan McGregor aynı zamanda filmin yönetmeni. İlk yönetmelik denemesiymiş. Ben başarılı buldum. 
    Film hala vizyonda. Tavsiye ederim. Romanı okuyanlar düşüncelerini söylerse sevinirim.