30 Aralık 2017 Cumartesi

MUTLU YILLAR!

     2017'yi uğurlamak üzereyiz malûm. Düşünüyorum da benim için sakin bir sene oldu. 
Kişisel tarihime yoran, yıpratan bir sene olarak geçen 2016'nın üzerine iyi geldi bu sakinlik. 
Yaz mevsiminin başında oğlumun sağlığı açısından yine  ufak bir bocalama yaşasak da genel anlamda sakindi, huzurluydu. 2018'den de sağlık ve huzurun devamını bekliyorum. 
Ufak tefek özel isteklerim de var tabii ama onları çok da kafama takmam. Gerçekleşirse şahane olur:) 
    Bu yazıyı okuyan dostlarım... Sizin için de yeni yılda öncelikle sağlık ve huzur diliyorum. 
Ve tabii o özel isteklerinizin her birinin gerçekleştiğini görmenizi...
    Yeni yıl dileklerine uygun bir fotoğrafımı bulamadım, en iyisi Instagram'a en son eklediğimi iliştireyim. Yemeye kıyamadığım çikolatadan Noel Baba'mla, geyiğimle ve kardan adamımla unutulmayacak güzellikte bir yıl diliyorum herkese:)





    
    

26 Aralık 2017 Salı

İKİ FARKLI HAYAT... FÜREYA ve ALEX SÜPERBERDUŞ...

    Bir dolu şey anlatmak isterken araya başka başka işler giriyor ve buralara uğramayı ihmal ediyorum. Ara verdiğimde de o anlatmak istediklerim ya aklımdan çıkıyor ya da zaman aşımına uğruyor. Ve tüm bunlar olup biterken aklımın bir yanı hep burada takılı kalıyor. Ama şimdi buradayım. Ne yazsam? 2017'yi uğurlayıp umutla 2018'i karşılayan bir yazı yazma modunda değilim. Aslında bu tarihlere o yakışırdı değil mi? Yanlış anlaşılmasın, moral durumları değil beni engelleyen. Oğlum tatil için eve geldiğinden keyfim yerinde çok şükür. Sadece kafamda henüz geçmiş yılı değerlendirmiş değilim. Değerlendirmek şart mıdır ondan da emin değilim. Ama pazar gününe kadar yeni yılınızı muhakkak kutlarım diye düşünüyorum:) Ben şimdi en iyisi çok beğendiğim bir sergiden ve bir kitaptan bahsedeyim ufak ufak. Zira ikisi de bahsetmek isteyip ihmal ettiklerimdendi.

    Geçtiğimiz günlerde arkadaşımla buluşmak için Akaretler'e düştü yolum. Akaretler'in ışıl ışıl, cıvıl cıvıl ortamında sohbetin dibine vurmadan önce Kale Grubu'nun düzenlemiş olduğu Füreya sergisine uğradık. 60.kuruluş yılını kutlayan Kale Holding, seramik sanatçısı Füreya'nın eserlerini şahane bir sergi kapsamında bir araya getirmiş.

    Çağdaş seramik sanatının öncülerinden olan Füreya'nın İsviçre, Paris, İstanbul ve Ankara'da şekillenen başarısının yanında dikkat çeken bir özelliği daha var ki o da enteresan bir ailenin mensubu oluşu. Seneler önce okuduğum "Şakir Paşa Ailesi / Harika Çılgınlar" kitabıyla tanıdığım ailenin  Fahrelnissa Zeid ve Aliye Berger gibi birçok üyesine daha sonra lisans eğitimim sırasında iyice aşina olmuştum. Ailede öyle isimler var ki bu yazıda teker teker anlatamayacağım. Ayrıca zaten çok önceleri yazmıştım. İyisi mi yazının linkini buraya bırakayım. Halikarnas Balıkçısı'nın, Kılıç Ali'nin üyesi olduğu Şakir Paşa Ailesi'ne daha önce rastlamayanların muhakkak ilgisini çekecektir.

    Plastik sanatlara ilgi duymayıp edebiyatla haşır neşir olanlar Ayşe Kulin'in aynı isimli biyografik romanından hatırlayacaklardır Füreya'yı. Sanatçının hayatını anlatan bu roman oldukça etkileyiciydi. Daha önce kitabı okumuş olanlar sergiyi gezdiklerinde kafalarında bir çok şey yerli yerine oturacaktır. Hem seramik sanatımızın öncülerinden olan değerli bir ismin çalışmalarını görmek; hem de bir anlamda içimize işleyen bir roman kahramanını gerçek yaşam içinde şekillendirmek açısından önemli ve keyifli bir sergi bu. Ücretsiz gezilebilen sergi 18 Ocak 2018'e kadar sürecek. Akaretler'in hemen başında rastlayacaksınız. Gitmişken caddenin keyifli, modern, cıvıl cıvıl ortamından pay almak da ayrıca iyi gelecektir. 

    Şimdi bir de kitap tavsiyesinde bulunayım. Her sene sonunda olduğu gibi 2017 yılında okuduklarımı ayrıca listeleyeceğim. Ama ara ara böyle tanıtımlar yapmayı seviyorum. Kitap tavsiyesinde bulunurken de genelde farklı şekilde ilgimi çeken kitapları tercih ediyorum. İşte şimdi bahsedeceğim "Yabana Doğru" tam da bu türden farklı bir kitap. Bir kere sıra dışı bir kişiliği anlatıyor. Üstelik çok sevdiğim belgesel tarzında. Zaman zaman biyografik bir roman tadında ilerleyen çalışma, bazen konuya dahil kişilerin anlatımlarıyla kesiliyor, kimi zaman da araştırma kitabı tarzında bilgilendiriyor. 

    Kitabın kahramanı Alaska'da terk edilmiş bir otobüsün içinde henüz 23 yaşındayken ölen Christopher McCandless. Kendisine taktığı isimle Alex Süperberduş. Christopher hali vakti yerinde bir ailenin çocuğu. İyi okullarda okuyor, para sıkıntısı yok. Geleceği parlak gençlerden. Çok akıllı, başarılı. Elini attığı her konuda başarılı. Fakat hassas bir genç. İçine kapanık değil. Samimi, insancıl. Ama konumundan memnun değil. Hep başkalarına yardım etme telaşında. 
Ve bir de yabanda yaşama isteğiyle dolu. Doğayı alt etmeyi kafaya koymuş. Tüm bu özellikler birleşince, bir de kendisinin babası daha ilk karısından ayrılmadan önce doğduğunu öğrenince, çalışarak biriktirdiği parasıyla birlikte ailesinin üniversite için ayırdığı parayı da bir hayır kurumuna bağışlıyor ve kimseye haber vermeden Alaska'ya doğru yola çıkıyor. Öncesinde bir miktar geziyor, çalışıyor, yeni insanlar tanıyor. 1992'nin baharında Alaska'da oluyor. Bilinçli olarak az tutuyor teçhizatını. Uyarıları dinlemiyor. İsteği tam bir yaban hayatı yaşamak. Kimine göre bu kadar az malzemeyle Alaska'da yaşamak büyük başarı. Yaz aylarında geri dönmeye karar veriyor ancak mevsimden dolayı taşan nehirler yolunu kesiyor. Önce açlıktan öldüğü düşünülse de sonradan anlaşıldığına göre nemli ortamda küflenmiş bitki tohumlarını yediği için zehirlendiği kabul ediliyor. Tuttuğu günlükler ve yanında götürdüğü makineyle çektiği fotoğraflar işin can acıtıcı kısmını oluşturuyor. Daha dikkatli olsaydı dönebilecek olması okuyanı üzüyor. Çoğu insan Christopher'ı ailesini habersiz bıraktığı için suçluyor. Ne yazık ki bu da öyle farklı bir çocuk. 

    Meğerse Christopher ölümüyle epeyi ünlenmiş bir çocukmuş. Alaska'da yaban hayatı deneyimlemek isteyen ve bu uğurda ölen başkaları da var ancak Christopher'ı farklı yapan, yolculuğu sırasında karşılaştığı herkesi derinden etkilemesi. Hakkında bir çok belgesel varmış. Hatta bu kitabın filmi bile çekilmiş. Ben uzun uzun anlatırken eminim içinizden filmini seyrettiğini bana duyurmak isteyenler olmuştur:) Ben nasıl oldu da bu çocuğu ve bu filmi atlamışım bilmiyorum. Seyretmeye fırsat bulamadığım birçok filmden ve okumamış olsam da birçok kitaptan haberdarımdır. Üstelik sinemalarda vizyona girmiş bir filmden bahsediyoruz. Çevremde "ben filmini seyrettim" diyen çok oldu. Örneğin sevgili eşim:) Christopher'ın hikayesinden o kadar çok etkilendim ki ona heyecanlı heyecanlı anlatmaya başladım. Dinledi dinledi ve "ben televizyonda seyrettim" dedi:) Birincisi ne ara seyrettin de ben görmedim? Beğenmiş bir de. İkincisi madem beğendin sen niye bana benim sana tavsiye ettiğim gibi tavsiye etmiyorsun? Haksız mıyım? Bazen deli ediyor beni. Ketum ketum. 
    Kitabı bana sevgili Esin (İzler ve Yansımalar) hediye etmişti. Biyografileri sevdiğimi ve seyahatten hoşlandığımı bildiği için seçmiş bu kitabı. Beni bu düşünceli tavrıyla çok mutlu etti. Bence bu blog arkadaşlarımızın bizi ne kadar iyi tanıdığına şahane bir örnek. Kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum. Ve bir kez daha blog arkadaşlarımı sevdiğimi söylemek istiyorum:)
    Christopher'ın hayatını tamamladığı otobüs aynı şekilde muhafaza edilmiş. Meraklıları gidip görebiliyorlar. Belgesellerini seyrettim ve tekrar tekrar üzüldüm. "Ah ne yaptın be çocuk!" diye diye okuduğum kitapta en etkilendiğim kısım ise şu oldu. Christopher Jack London hayranıymış. Yanında onun kitapları varmış. Ve kitapta altı çizili bir dolu satır. Yazar Jon Krakauer diyor ki:
     "London'ın hikayelerinden öyle etkilenmişti ki bunların Kutup bölgesine yakın topraklardaki yabani hayatın gerçeklerinden ziyade, London'ın romantik duyarlılığını yansıtan hayal gücü ürünü kurgu eserler olduğunu unutmuş gibiydi. McCandless, London'ın Kuzey'de yalnızca tek bir kış geçirdiğini ve Kaliforniya'da kitaplarında savunduğu fikirlerle çok da bağdaşmayan yerleşik bir hayat sürdüğü kendi mülkü olan çiftliğinde kırk yaşında, kontrolünü yitirmiş bir alkolik ve obez olarak intihar ettiği gerçeğini de gönül rahatlığıyla görmezden geldi." 






    

21 Aralık 2017 Perşembe

VİYANA'DA MUTLU SENELER DİLEKLERİ...

    Bu yıl yeni yaşıma Avrupa'nın en güzel şehirlerinden birinde, Viyana'da merhaba dedim. Senelerdir "Buraları bir de Noel zamanı görün" diyen kuzenlerin davetine icabet etmenin sırasıymış demek ki. Doğumgününü de bahane ederek 10 sene aradan sonra Viyana'da bulduk kendimizi. Yeni yıl havasında bol ışıklı, kırmızılı, çikolata ve tarçın kokulu, çokça muhabbetli dolu dolu iki gün yaşadık.
    Viyana güzel şehir, tarih kokan bir şehir. Yıllar önce ilk gittiğimizde bir haftadan fazla süren ziyaretimizin verdiği rahatlıkla görmediğim müze, girmediğim saray kalmamıştı. Eşimi ve oğlumu bir miktar bezdirmiştim, sonra sonra bazı müzelere benimle gelmemeye başlamışlardı. Bu sefer bunun Noel pazarlarını gezmeyi amaçlayan kısa süreli bir seyahat olduğunu unutmamak için söz verdim kendime. Yoksa var ya bu sefer de o güzelim Viyana müzelerinden kopmak zor olurdu benim için. Yolu Viyana'ya düşecek olanlar en azından Hofburg Kraliyet Sarayı'nı, yazlık saray olan Schönbrunn'ü, Sanat Tarihi Müzesi'ni (Kunsthistorisches Museum), Leopold Müzesi'ni benim için de gezseler ne güzel olur. Ah! Bir de Belveder Sarayı var! Nasıl unuturum? Klimt'in "Kiss" dahil bir çok tablosunu barındırıyor. Çok var yani. Viyana'da şahane yapılar, şahane müzeler var ve hepsi aklımda.
    
    Kimseyi yormayacağım, sıkmayacağım dedim ama her zamanki gibi gezi rotasını çizmek yine benim insiyatifimde:) Eşimin kuzeni ve eşi de bizimle gezmek üzere ayarlamışlar kendilerini, "Nereye gitmek istiyorsun?" dediler ve çıktık yola. Pazarları gezmeden önce uğramak istediğim bir yer var. O da yıllar önceki ziyaretimizde göremediğim için aklımda kalan Hundertwasserhaus.
    
    Hundertwasserhaus, yani Hundertwasser Evleri Viyana'nın en renkli simgelerinden biri. 
1983-1985 yıllarında inşası biten evlerin tasarımı, 20.yy.'ın en ilgi çekici sanatçılarından olan Friedensreich Hundertwasser'e ait. Ressam, mimar, filozof ve aktivist ünvanlarına sahip Hundertwasser, hayat görüşünü ve ideolojisini tümden bu binaya aktarmış gibi.
    Düz çizgileri reddeden, doğayla insanın kadim uyumunu benimseyen tasarımlarıyla bilinen sanatçının rengarenk hayal dünyası dalgalı zeminlerde, asimetrik pencerelerde, binayı saran bitkilerde hayat bulmuş.
    Bu özellikli evler sanmayın ki toplumun kalburüstü kesimi için yapılmış. Tam tersi. Düşük gelirli vatandaşlar için yapılan bir bina burası. 53 daireli, 4 ofisli, 3'ü ortak olmak üzere 19 teraslı ve 200'ün üzerinde ağaca sahip...
    Dalgalı düzen ve ağaçların varlığı sadece yapının dışına özgü değil fakat bunu dairelerin içerisinde gözleme imkânımız yok çünkü burası bir müze değil, yalnızca dış alanı deneyimleyebiliyoruz.
    Bazı yerlerde Hundertwasserhaus'un bir başka mimarı daha olduğu bilgisine rastlanıyor. Olay şu ki Hundertwasser bu evlerin inşasına mimar Josef Krawina ile başlamış. Fakat fikir ayrılıkları nedeniyle araları açılmış ve Krawina projeden çekilmiş. 2000'li yıllarda -her ne kadar tasarımın tamamı Hundertwasser'e ait olsa da- Krawina da telif hakları açısından ortak kabul edilmiş.
    Evlerin hemen karşısında hediyelik eşya mağazalarının bulunduğu bir başka bina var. Hundertwasser'in tasarımlarına uygun dekore edilmiş ve ortasında pek şirin bir bar kısmı yer alıyor. Üst katındaki galeride sanatçının bazı eserleri sergileniyor.
    
    Biz burada epeyi bir vakit geçirdik. Hayalgücünün sınırlarını zorlayan rengarenk bir ortamda içeceklerimizi yudumlarken edilen sohbet, gündemden uzaklaşmak için tebdil-i mekan eylemenin gereklerindendi. İyi geldi.
    
    Hunderwasserhaus'tan sonra Prater'e uğramak istedim. Prater Viyana'nın en eski eğlence alanlarından biri. Önceleri krallığa ait av sahası iken 1766'da kamuya açılmış. O tarihten beri cıvıl cıvıl olan Prater bu sefer biraz tenhaydı. Burada da küçük bir pazar kurulmuş ancak kalabalıklar genelde şehir merkezinde toplanmış gibiydi.
    

    Prater'de asıl ilgimi çeken 120 yaşındaki dönme dolap. İmparator Franz Joseph'in tahta çıkışının 50.yılı şerefine yapılmış. Hava soğuk olduğu için -zira oldukça yavaş ilerliyor ve uzun süreli bir eğlence oluyor- bu sefer dönme dolaba binmeyi tercih etmedik. Fakat 10 yıl önceki deneyimimizi hatırlayarak oldukça keyifli bir aktivite olduğunu söyleyebilirim. Yaşına bakarak tehlikeli olduğunu düşünmeyin. Aslına uygun olarak devamlı yenileniyor.
    Dönme dolapları seviyorum. Böyle özellikli olanları daha da çok seviyorum. Bu konuda bir dileğim var ki o da London Eye'ı görmek:)

    Viyana ile İstanbul arasında aslında 1 saat zaman farkı var ancak biz kış saatine geçmediğimiz için bu fark 2 saate çıkmış durumda. Bizden 2 saat gerideler. Yani orada hava daha erken kararıyor. Prater'de olduğumuz saatlerde akşamı getirdik bile. Ortalık ışıldamaya başladı. İstikamet Rathausplatz'daki Noel pazarı. Viyana'nın ve hatta Avrupa'nın en büyüklerinden biri. Rathaus dediğimiz bildiğin belediye binası. İşte pazar bu binanın önündeki alanda kuruluyor. 
Neo-Gotik tarzın muhteşem bir örneği olan belediye binası zaten oldukça ilgi çekiciyken, hemen önünde oluşturulan ışıl ışıl ortamla iyice masalsı bir dünya meydana gelmiş. Her yer ışığa bürünmüş. Etrafta çikolata, kahve, tarçınlı sıcak punch kokusu...
    Standlar rengarenk yılbaşı süslemeleriyle, el yapımı hediyeliklerle dolu. Gel gör ki 1 Türk Lirası 5 Euro'ya dayanmış. Alışveriş imkânları ziyadesiyle kısıtlı. Yalnızca içtiğim sıcak şarabın fincanını alıyorum:) Aslında hediyeliklere çok yanaşmayışımın bir nedeni de yanımızda kuzenlerin olması. "A ne güzel" diyerek yaklaştığım her şeyi almaya kalkıyorlar. Bir süre sonra her beğeni ifadesini yutmaya başlıyorum. Sağolsunlar, yurt dışında yaşayan akraba ve arkadaşlarda bu durum var. Muhakkak bu deneyimi yaşamışsınızdır. Canla başla misafir edip hediyelerle yollamaya meyilliler. Ne diyelim? Güzel gönüllü dostlarımız, akrabalarımız iyi ki varlar.
    
    Perşembe akşamı gitmiştik Viyana'ya, o akşam hasret gidermeyle geçmişti, cuma günü dışarı atmıştık kendimizi, geldik cumartesi gününe. İşte bugün benim doğum günüm. 25 Kasım. 
Bu akşam bu şehirde yaşayan diğer kuzenlerin davetlisiyiz. Dolayısıyla doğum günümde seçtiğim bir restoranda akşam yemeği yiyemeyeceğaim. O zaman Kraliyet pastanesi Demel'de kahvaltı yaparım ben de:) 
    1786'da açılan pastane, kendi deyimleriyle Viyana'nın oturma odası olarak anılıyor. Bu tanım pek yerinde olmuş. Zira dün Avusturya aristokrasisi mensuplarının buluşma yeri olan Demel, bugün dünyanın dört bir yanından Viyana'ya gelen turistlerin uğramadan geçmedikleri bir mekan. Özellikle hafta sonları bu zarif oturma odasında dinlenmek, meşhur elmalı tatlısı "apfelstrudel" ısmarlayıp, bir fincan Avusturya'ya özgü köpüklü kahve yani "melange" yudumlamak için sıra beklemeyi göze almak gerekiyor. Neyse ki erken bir saatte Demel'deyiz, çok fazla sıra beklemiyoruz. Günün çoktan yarılandığı saatlerde pastaneden çıkarken içeri girmek için bekleyenlerin fazlalaştığını görüyoruz. (Sonradan öğreniyorum ki Aralık ayı haricinde internetten rezervasyon yapmak mümkünmüş).
    
    İçeride fotoğraf çekmek çok zor. Çünkü çok kalabalık. Ayrıca kimseyi rahatsız etmek istemiyorum. Hızlıca, ortamın estetiğini yansıtmaktan uzak birkaç fotoğraf çekiyorum. Diğerleri bana ait olsa da aşağıdaki fotoğraf kendi web sitelerinden alınma. Bir tane düzgün görsel eklemek istedim. Hem böylece garsonların üzerindeki kıyafetin ilk yıllardan beri değişmemiş olduğunu da belirtmiş olurum.

    Müşteri yoğunluğu, mağaza kısmından alışveriş yapmamı engelliyor. Enfes çikolatalarda ve yılbaşı tebrik kartlarında kalıyor gözüm ama o uzun kasa kuyruğuna girmeye niyetim yok. Üstelik sadece Orhan'la olsak beraberce bekleriz ancak yanımızdaki insanları ayakta dikmek istemiyorum. Sadece ailenle gezmenin getirdiği rahatlık böyle durumlarda aranıyor işte. Allah'tan Demel'in alt katındaki müze kısmı kapalıydı da aklım bir de orada kalmadı:) Evet böyle bir bölüm var. Birkaç ay kapalı kalacakmış fakat sonrasında gidecek olanların ilgi alanındaysa unutmasınlar derim. 

    
    Demel'den ayrılmadan önce, açık mutfağa bir göz atıyoruz. Zamanında Kral Joseph ve Kraliçe Sissi'ye pasta yapılan mutfakta aynı hummalı çalışma devam ediyor. Yılbaşı pastalarının hazırlanışını görmek keyifli.
   
   Tatliları yedik, kahvelerle kafein yüklendik, sokakları gezmeye hazırız. Önce merkez bölgesi olan 1.Viyana'nın kalabalığına karışıyoruz. (Şehirde 23 bölge var). Demel'de yapamadığım çikolata alışverişini burada yapıyorum. Şahane çikolatacılar var. Kayıtsız kalmak mümkün değil. Şık mağazaların, turist kalabalığının arasında ilerlerken yolumuz Hofburg Sarayı'nın önündeki Noel pazarına çıkıyor. Burası küçük ama keyifli bir alışveriş alanı. Pazardan çok Hofburg Sarayı'na takılıyor gözlerim. Evet, 10 sene önce burayı da ziyaret etmiştik. Avrupa'nın en büyük imparatorluklarından biri olan Habsburg İmparatorluğu'nun kışlık sarayı burası. Dolayısıyla dışı gibi içi de oldukça görkemliydi, imparatorluğa yaraşır bir koleksiyona sahipti. 
    Bizim Osmanlı İmparatoluğu gibi 1.Dünya Savaşı'ndan sonra yıkılan Habsburg İmparatorluğu Avusturya denince ilk akla gelenlerden biri. Tarihe ilgi duymayanlar bile en azından Muhteşem Yüzyıl'da Kanuni'nin ağzından epeyi bir duymuşlardır bu imparatorluğu ve özellikle imparatorları Ferdinand'ın ismini. Habsurg Ailesi 900'lerde piyasaya çıkmış, zamanla büyümüş ve tüm Avrupa'ya hükmeder olmuş. Avrupa'ya yayılmalarının esas sebebi kızlarını devamlı surette başka ülkelere gelin göndermeleri. Bizimle de epeyi bir kapışmaları olmuş. İşte bu ailenin izleri Viyana'nın her yerinde. 
    
    Habsburglar'ın kışlık sarayını görünce aklıma yazlık saray geliyor tabii ki. Onun bahçesinde de pazar kurulduğunu biliyorum. Bir miktar şehir dışına çıkarak, fakat şehre hakim raylı ulaşım sistemi sayesinde hiç zorlanmayarak Schönbrunn'a doğru uzanıyoruz. 
    Schönbrunn Sarayı, özellikle Kraliçe Sissi ile özdeşleşmiş. Kral Franz Joseph'in eşi Kraliçe Elisabeth'in, yani çokça bilinen ismiyle Sissi'nin en sevdiği mekanmış. 1950'lerde Romy Schneider'in canlandırdığı filmde hayat bulan ve bu filmle sempati kazanan Sissi'nin aslında huysuz ve huzursuz bir kadın olduğu, Joseph'e hayatı dar ettiği söyleniyor. Bavyera dükünün kızı olan, 15 yaşında evlenerek Viyana'ya gelen, saray hayatından hiç hoşlanmayan, saraydan çıkmak için her fırsatı değerlendiren, spora meraklı, güzelliğine düşkün Sissi'yi Avusturyalılar pek sevmezlermiş fakat onu turizm geliri yapmaktan da uzak durmamışlar. Şehrin her yerinde, afişlerde, panolarda, kitapçılarda, hediyelik eşya mağazalarında kraliçeyi görmek mümkün. İtiraf ediyorum bende de bir önceki seyahatten kalma Sissi biblosu var:) Bir de kardeşim üzerinde resminin bulunduğu kumaştan gözlük sileceği getirmişti:) Hayır yani, kadıncağız da hakikaten güzelmiş, vallahi her yere yakışıyor.
    
    Schönbrunn Sarayı, Unesco Dünya Mirasları listesinde yer alan etkileyici bir yapı. Bu sefer içine girmedik ama bir önceki seyahatten aklımda kalan en dikkat çekici yerlerden biri. Özellikle bahar ya da yaz aylarında Viyana'daysanız ziyaret listesine almalısınız. Mozart'ın 6 yaşında konser verdiği salonun da dahil olduğu etkileyici bir iç mekan ve rengarenk bir bahçe göreceksiniz. Hâttâ ziyaret listesine Schönbrunn'un hayvanat bahçesini de katarsanız şahane olacak. 
    Sarayın girişindeki Noel pazarı da çok iyiydi. Burada diğer gördüklerimizden farklı olarak sanatsal değeri daha yüksek el yapımı hediyelik eşyaların sergilendiği standlar vardı. Havanın soğuk olmasına rağmen burada epeyi bir vakit geçirdik. Canlı müzik, gösteriler vs. derken zamanın nasıl geçtiğini anlamadık.    


    Viyana'nın Noel pazarları pek meşhur. Bizim orada olduğumuz tarihlerde daha yeni yeni kuruluyorlardı, sokaklar da henüz süslenmeye başlamıştı. Daha renkli günlerini yakalasaydık daha iyi olacaktı belki ama bu sefer de kalabalıktan sıkılma ihtimali vardı. Yeni hareketlenen ortamda bile kalabalıktan etkilendiysek yılbaşına doğru nasıl bir curcuna olur tahmin etmek zor değil. Ancak şurası kesin ki bizim gördüğümüzden daha da renklidir şu an Viyana. Hatta tüm Avrupa... 
    2017 Kasım ayındaki Viyana maceramız böyleydi. Kuzenlerin benim için hazırladıkları doğum günü toplantısıyla noktalandı. Çok mutlu ettiler beni. Farklı oldu, güzel oldu. 10 yıl önceki Viyana seyahatimizden harmanladıklarımla yazdım bu yazıyı. Zira hatırlamamak mümkün değildi. Viyana çok güzel bir şehir. Yine gitsem, günlerce gezsem bıkmam. Görülecek yerleri o kadar çok ki, anlattıklarım devede kulak misali. Yalnız burada bir parantez açmak isterim, Viyana'yı çok seviyorum ama Avusturyalılar'ı bir türlü sevemedim. Burnu büyük ve soğuk insanlar olduklarını düşünüyorum. Birçok ülke ve şehir gezdim, her yerde insanlarda sevecek bir şeyler buldum, burada bulamadım. Hani pek çok açıdan yakınlık olarak Almanlar'a bakıyorum, onlar böyle değiller. Daha nazikler. 10 yıl önce de aynı soğukluğu hissetmiştim, bu yıl da aynı şekilde hissettim. Ama bu durum Viyana'yı yeniden görme isteğimin önüne geçmiyor tabii ki. Ben bir turistim. Gezmeyi, öğrenmeyi seviyorum. Avusturya insanı da benim için bir deneyim. Kim bilir? Belki bir gün Viyana'yı tekrar görme fırsatım olur. O zaman belki daha sevecen insanlarla karşılaşırım ve olumsuz fikirlerimden vazgeçerim:) Belli mi olur?
   


   



 
 

7 Aralık 2017 Perşembe

GRAYBOY'UN ARDINDAN...

    2 sene önce yaklaşık bu zamanlarda evcil hayvan olarak hamster aldığımızı yazmıştım. İsmini Grayboy koymuştu Orhun. Grayboy artık yok:( Dün öldü. O kadar üzüldüm ki anlatamam. 2 gün yattığı yerden kalkmadı, zor nefes alıyordu, gözünü zor açıyordu. Kalkamadığı için yemeklerini biz uzatıyorduk, yemek istiyordu ama yiyemiyordu, susuz kalmasın diye ağzına pamukla su veriyorduk. Tedavi edecek ekipman olmadığı için hamsterlara her veteriner bakmıyor. Internetten bir klinik buldum. Veteriner de arada bir beslediği için ilgilendi. Götürdüm ama iş işten geçmiş. Zaten yaşlı olduğu için ve kistik yapıları olduğu için ufacık şeyin neredeyse tüm vücudunu tümör sarmış. "Aniden böyle oldu" dedim. Zaten aniden olurmuş. Veteriner hayvanın acı çektiğini ve uyutmanın daha yerinde olacağını söyledi. Ben o an fena oldum tabii. Ama acı çektiği o kadar belliydi ki. O nefes alamadığı için bütün gece ben de uyumamıştım, sabaha kadar başında beklemiştim. Küçücük bir hayvan için sabahlamak bazılarımıza tuhaf gelebilir ama aksi davranmak elimde değil. Zorlandığını görmek çok üzücüydü. Hal böyleyken dün uyutuldu. Daha yeni yeni kendime geliyorum. 

    Çok alışmıştık. Küçücük olduğu için koruma ihtiyacım çok fazlaydı ona karşı. O kadar sevimliydi ki. Her gören bayılıyordu Grayboy'a. Su içerken suluğundan şıkır şıkır sesler çıkarırdı. Tekerleğinde dönüp dönüp antrenman yapardı. Muz kurusuna bayılırdı. Kabına yeni yem koyduğumuzda hemen muz kurusunu kapıp yuvasına saklardı. Gonzales denilen cinstendi. Bu grubun ömrü zaten en fazla 1.5- 2 yılmış. Veteriner "ben hiç 2 yaşına kadar büyütemedim" dedi. Bizimki 2 yaşını bitirmişti. Elime alamıyordum. Hayvanları çok seviyorum ama maalesef dokunamıyorum. Ona rağmen çok iyi bakmıştım. Yuvasını sık sık temizlerdim, temizlerken eşim ve Orhun dışarı çıkarırlardı. Kimsenin kirli elleriyle hayvana dokunmasına izin vermezdim. Dışarıdan gelen misafirin elini yıkamadığını biliyorsam ve Grayboy'la oynamak istiyorsa önce ellerini yıkattırırdım. Çabuk mikrop kapabilecek hassas hayvanlar çünkü. İnsanlardan grip virüsü alıyor diye hastaysak iyice iyileşmeden asla yanına yaklaşmazdık. Cereyanda kalmasın diye dikkat ederdim. Orhun'un sıkıntılı zamanlarında almıştık ve hakikaten ona iyi gelmişti. Daha Orhun'a söyleyemedim. O da aynı gün "seni rüyamda gördüm, sarılıyorduk" diye mesaj attı bana. Bakar mısınız? Çok şaşırdım, bir şey de diyemedim. 1-2 hafta sonra tatil için eve gelecek, gelmesine yakın hasta olduğunu, kendini hazırlamasını söyleyeceğim herhalde. 
    Ben hüngür hüngür ağlarken, sonradan gelen bir başka veteriner "köpek alın, köpek daha uzun yaşar, iyi arkadaştır" demez mi? "Bir daha asla evcil hayvan almam" dedim. Bir miktar üzerime geldi. "Şu ufacık hayvanda ne hale geldim, ben böyle şeyleri kaldırmakta zorlanıyorum" dedim. Kadın "çok yanlış" dedi. Kadına "şu an sizinle bunu tartışacak durumda değilim görmüyor musunuz?" demek aklıma gelmediği için kendi kendime çok sinirleniyorum. Evcil hayvanını henüz kaybetmişken daha uzun yaşayanı tavsiye etmek bir kere en baştan duyarsızca bir  hareket. Ayrıca huyumu bildiğim için, kendimi sorumluluğumdaki herkese, her canlıya karşı çok hırpaladığım için evcil hayvan düşünmüyorum. Bunun neresi yanlış? Hayvanları çok severim, asla zarar görmelerini istemem, imkanım olduğunda yardım ederim. Dışarıda belirlenmiş yerlerde ortam müsaitken kedilere mama bırakıp, dokunamadığım için hızlıca uzaklaşırım. Korktuğum halde yaparım bunları, korkumu belli etmemeye çalışırım. Ama evine almak bambaşka bir şey. Onunla kafayı yiyeceğime eminim. Herkese göre bir şey değil ki bu. Dünden beri ne hissettiğimi ben bilirim. "Abartma, sakin ol" diye diye zor frenledim kendimi ki şu an şunları yazarken bile ağlıyorum. Kadın bir de gelmiş bana "çok yanlış" diyor. Zor durumda bir hayvana yardım etmediğimi görürsen yanlış dersin, hayvanları sevmiyorum desem yanlış bulabilirsin ama "zarar gördüklerinde psikolojik olarak kaldıramıyorum" dedim diye yanlış diyemezsin. 
    Böyle işte. Sinirim bozuk. Sitenin bahçesine gömdük Grayboy'u. Bir kağıdı kalp şeklinde kestim ve üzerine "bize yaşattığın mutluluk için sana teşekkür ederiz Grayboy" yazdım, onu da ekledik yanına. O ufacık şey gerçekten mutlu etmişti bizi.  







4 Aralık 2017 Pazartesi

Saklama Rehberi

                                          

  Besinlerin kullanım ömrünü nasıl uzatabileceğinizi biliyor musunuz? Peki ya onları ne kadar uzun bir süre boyunca saklayabileceğinizi? Eğer siz de benim gibiyseniz, birkaç temel gıda dışındaki hiçbir besin için net bir fikriniz olmadığına eminim. En basitinden, sizce elma ne kadar bir süre saklanabilir? Lezzetini, sertliğini ve tazeliğini yitirmemesi için ne yapmak gerekir? Oturup her besin maddesi için internette araştırma yapmanıza gerek yok: http://saklamarehberi.com, tüm bu bilgilere tek bir kaynaktan ulaşmanızı sağlıyor.

  Türkiye’nin ilk ve en büyük derin dondurucu üreticisi olan Uğur Soğutma tarafından hazırlanan (ve tamamen ücretsiz şekilde kullanılabilen) sitede; hamur işleri, süt ürünleri, meyveler, sebzeler ve et ürünleri ile ilgili merak ettiğiniz her bilgi yer alıyor. İlk olarak, tüm bu besinlerin ideal kullanım sürelerinin ne olduğunu, daha sonra da bu kullanım süresini nasıl uzatabileceğinizi öğreniyorsunuz. Tahmin edebileceğiniz gibi, derin dondurucu kullanmak tüm gıda maddelerin daha uzun süre dayanmasını sağlıyor. Ancak, örneğin karidesi derin dondurucuda saklayabilir misiniz? Peki ya yazın aldığınız, lezzetli ve sulu bir karpuzu derin dondurucuya koyup, kışın yiyebilir misiniz? Tüm bu soruların ve çok daha fazlasının cevaplarını Saklama Rehberi web sitesinde kolayca bulabiliyorsunuz. Hepsi bu kadar değil: Sitenin “Alternatif Bilgiler” bölümünde, evde kolayca hazırlayabileceğiniz birbirinden lezzetli tarifler yer alıyor. Evde nasıl mocha yapabileceğimi, meyvelerin kararmasını nasıl önleyebileceğimi, hatta unsuz kekin nasıl yapılacağını bile öğrendim. Laf aramızda, kot pantolonların derin dondurucuda temizlenebileceğinin de haberdar oldum! (Kotu fırçaladıktan sonra bir poşete koyup derin dondurucuda 1 gün boyunca bekletiyorsunuz.  Şaşırtıcı, değil mi?)

  Türkiye’nin ilk gıda saklama rehberi olan http://saklamarehberi.com, beni şaşırtacak ölçüde bir içeriğe sahip ve her birini okumaktan büyük keyif aldım. Eğer sizin de bir derin dondurucunuz varsa, bu siteyi muhakkak ziyaret etmelisiniz. Derin dondurucunuz yoksa bile gıdaları nasıl daha sağlıklı tüketebileceğinizi, ne kadar uzun bir süre boyunca saklayabileceğinizi ve basit, pratik, lezzetli tarifler ile ipuçlarını Saklama Rehberi web sitesinden öğrenebilirsiniz.
Bir boomads advertorial içeriğidir.







3 Aralık 2017 Pazar

DÜNYANIN DERDİNİ ESERLERİNE SIĞDIRAN ADAM... AI WEIWEI...

    Sabancı Müzesi yine etkileyici bir sergiye ev sahipliği yapıyor. "Ai Weiwei / Porselene Dair" isimli sergi aslında 12 Eylül tarihinde açılış yaptı, ancak ben henüz görebildim. Dün lodosla ısınmış İstanbul havasını değerlendirelim dedik ve Emirgân yollarına düştük. Her zaman fazlasıyla keyif aldığım Sabancı Müzesi'nde yine bir ustanın eserleriyle buluşmak bana çok iyi geldi. 
    Çin'in asi ve çok yönlü sanatçısı Ai Weiwei, dünyanın haksızlığını eserlerine sığdırmayı başaran bir usta.  Onun çalışmalarını izlerken "Neden?" diye sormamak ve insanlığından utanmamak imkânsız. Porselen çalışmalarının görüldüğü İstanbul sergisinde Weiwei'in hayat hikâyesine ve Çin hükümetiyle yaşadığı sorunlara odaklanılmış. Örneğin, bir soruşturma sırasında darp edilmesiyle yaşadığı kafa travmasının röntgenini porselen bir tabağa aktardığını görüyoruz.

    Meraklanıp soruşturmanın nedenini okuduğumuzda 2008 yılında Çin'de yaşanan bir depremde okul binalarının altında ölen çocukların sayısının açıklanmamasını kafasına taktığını öğreniyoruz. Blogu aracılığıyla halkı örgütlüyor, olumlu bir sonuca ulaşıyor, ancak o arada hapis hayatına kadar uzanan epeyi bir sıkıntı yaşıyor. Fakat asla vazgeçmiyor. Sanatçının politik duruşu olması gerektiğini savunan Ai Weiwei, insan hakları savunucusu sıfatıyla dünya üzerindeki her haksızlığa karşı çıkmayı bir görev biliyor. Sığınmacı sorununu işlediği Odysseia çalışmasının yer aldığı bölümden ayrılamadım. Aniden oraya ışınlanan biri ilk bakışta geleneksel Çin vazolarıyla karşılaştığını zannedebilirdi, ta ki üzerindeki motiflerin medyadan aşina olduğumuz sığınmacı ailelerin görüntüleri olduğunu anlayana kadar. 

    Video, fotoğraf, film çalışmaları da bulunan sanatçının İstanbul'daki sergisi porselen üzerine ancak bahsettiğim alanlardan tadımlık çalışmalar da görebilirsiniz. Anlatılmaz yaşanır bir sergi bu. Ai Weiwei, karşı çıkılması gereken, düzeltilmesi umut edilen toplumsal sorunları sanat aracılığıyla yansıtma ustalarından biri ve benim bu anlamda sonsuz saygı duyduğum, 
"İyi ki varlar" listeme eklemiş olduğum bir isim. Henüz görmediyseniz ve fırsatınız varsa 
28 Ocak 2018 tarihine kadar sürecek olan bu sergiyi kaçırmayın derim. Çarşamba günleri serginin ücretsiz gezilebileceğini eklemek isterim. Yok ben gidemem, bu adamı da tanımıyorum ama tanımak isterim diyenler için de "Ai Weiwei: Never Sorry" (Ai Weiwei:Asla Pişman Olma) isimli belgeseli tavsiye ederim.  
"Özgürlük İçin Çiçekler". Çiçeklerin hikâyesi de bambaşka. Anlatmakla bitmeyecek ayrıntılar...

    






23 Kasım 2017 Perşembe

SENDEN, BENDEN, BİZDEN... SELANİK - KAVALA...

    Dışarıda rüzgâr, yağmur, kıyamet... Bu sefer kış kesin surette geldi. Kulağım yağmurun sesinde, elimde bir fincan yeşil çayım, oturdum bilgisayar başına, kısa süre önce katıldığım Selanik - Kavala turunu anlatmaya niyetlendim. Seyahat yazıları yazarken tekrar o anları anmak, fotoğrafları gözden geçirmek iyi geliyor bana. Yazmak, anlatmak, bir kış akşamına yakışan en güzel uğraşlardan biri. İyisi mi lafı fazla uzatmadan konuya geçiş yapayım ben, çünkü iki günü kapsayan küçük bir seyahat olmasına rağmen dolu dolu geçti ve anlatacak çok şeyim var.

    Yine annemle gerçekleştirdiğimiz seyahatlerden biriydi Selanik-Kavala turu. Normal şartlarda tur olayını tercih etmiyorum, bağımsız gezmeyi seviyoruz ancak çok fazla yürüyemeyen annemle olduğum zaman, belli başlı görülecek noktalara araçla ulaşım sağlanması açısından böylesi daha iyi olabiliyor. Öyle ki bazı noktalarda annem araçtan hiç inmiyor, ben bir görüp geliyorum:) Nasıl aklı kalmıyor anlayamıyorum ama annemin gezmesi de böyle işte. Gönlü olsun diye yapıyoruz bir şeyler. Neyse ki gezerken mutluyum da işin sonunda kârlı olan ben oluyorum.
    Annemin Schengen vizesi bitmek üzere olduğu için ayarladığımız bir seyahatti bu. Uygun fiyatlı ve kısa süreli olmasının yanında, Atatürk'ün doğduğu evi ziyaret edecek olmanın cazibesi vardı. Tam da 10 Kasım akşamı çıktık yola.
    Otobüs tamamen dolu değildi, böylesi çok daha rahat oldu. Yolculuk arkadaşlarımız ve rehberimizle son derece uyumlu bir gruptuk. İstanbul'dan yola çıkışımızın ardından birkaç saat sonra İpsala sınır kapısına vardık. Pasaportları rehberin toplayıp vermesi nedeniyle Yunan polisi ile hiç muhatap olmadan kısa sürede aştık sınırı. Meriç Nehri üzerindeki geçiş köprüsünün korkuluklarının bir noktada kırmızı-beyazdan mavi-beyaza dönmesi Yunanistan'a ayak bastığımızın işaretiydi ve nedense "bak şimdi renk değişecek" diye heyecanla beklenen bir durumdu.
    Sınırda araç kuyruğu olmaması ilk mola noktasına epeyi erken saatlerde ulaşmamızı sağladı. Üstelik biz kış saatine geçmediğimiz için Yunanistan'la aramızda bir saat zaman farkı vardı. Dedeağaç'taki kahvaltımızı henüz hava aydınlanmamışken, buz gibi sabah ayazında yaptık fakat ev yapımı enfes ıspanaklı börekler sayesinde halimizden hoşnuttuk. Ülkenin farklı noktalarındaki önceki ziyaretlerimden de biliyorum ki Yunanistan tam bir pastane cenneti. Börekler, kurabiyeler, pastalar inanılmaz lezzetli.
     İzmir'in kızkardeşi Selanik'e yağmur altında ulaştık. İzmir'dekinin eşi olduğu söylenen Kordon boyundan ilerleyerek şehrin kalbi Aristotelous Meydanı'nda küçük bir mola verdik. 


    Normal şartlarda oldukça kalabalık olan meydan, cumartesi sabahının ilk saatlerinde bomboştu. Eğlence, turizm ve hizmet sektörü hariç öğleden sonra 14.30-15.00 saatlerine kadar çalışılan, sonrasında dinlenilen, akşam yemeğinin geç saatlerde yendiği, özellikle hafta sonları belli saatten sonra eğlenmeye çıkılan Selanik'te cumartesi sabahı sokaklarının tenha olması gayet normal bir durum.

    Atatürk Evi Müzesi'nin açılış saatine kadar yağmurun izin verdiği ölçüde kimi zaman araçtan inerek, kimi zaman sadece camlardan bakmakla yetinerek turladık Selanik'i. Aristotales Meydanı'ndan sonraki durağımız Beyaz Kule'ydi.

    Kanuni Sultan Süleyman zamanında yapılan kule Termaikos Körfezi'ne hakim bir noktada bulunuyor. 19.yy.'a kadar etrafı surlarla çevrili olan Selanik'in o günlerinden yadigar. Öncesinde yerinde bir Bizans kulesi olduğu söyleniyor. Osmanlı zamanındaki ismi Kanlı Kule. Çünkü Vak'a-i Hayriye adı verilen yeniçeri tasfiyesi sırasında burada epeyi bir yeniçerinin hayatına son verilmiş. İlerleyen zamanlarda şehrin Yunanlılar'ın eline geçmesiyle beyaza boyanmış ve Beyaz Kule olarak anılmaya başlamış. İçerisinde tarihi objelerin, fotoğrafların sergilendiğini biliyorum ancak bizim kuleye çıkmamız mümkün olmadı. Vakti olanlar kuleden Termaikos Körfezi'ni seyredip, güzel manzaralar fotoğraflayabilirler. Körfez demişken Selanik'te ilk limanın yine Osmanlı zamanında yapıldığını belirtmek isterim. Aslında yaklaşık 500 yıl hakimiyet kurulan şehirde bu gibi imar faaliyetlerinin olmasına, bugün bizden pek çok iz bulunmasına şaşmamak lazım.

    Egnatia Caddesi ile Aşağı Şehir ve Yukarı Şehir olarak ikiye ayrılan Selanik'in tepelerine tırmanma zamanı. Şehrin asıl tarihi bölgesi Yukarı Şehir. Bizans geçmişinin nişanesi surların içinde bir zamanlar Müslüman mahalleleri yer alırmış.

    Bizans surlarına çıktık, şehri bir de bu yükseklikten izlemek istiyoruz fakat ne mümkün. Hava öyle sisli ki birkaç metre öteyi bile göremiyoruz. Yine de fotoğraf çekme gayretine kapılmış turistlerden bir kadın, yanındakilere "bak, yine kesin nazar değdi" diyor:) Hem gezip, hem paylaşıp, hatta bazen sadece paylaşmak için gezip bir de nazar değer diye korkmak yeni moda oldu. Kasım ayında bu coğrafyada yağmur olması, sis basması, Allah aşkına çok mu değişik bir durum?:)

    M.Ö 3.yy'da Kral Kassandros tarafından kurulan ve karısı (aynı zamanda Büyük İskender'in kardeşi) Thessaloniki'nin adını alan Selanik; farklı uygarlıkların tarihiyle harmanlanan öyle bir geçmişe sahip ki bu dönemlere ait yapıların her birini burada anlatmak imkansız. 1917'deki büyük yangından sonra yeniden kurulurken oldukça karmaşık ve zevksiz bir mimari yapıya bürünen şehirde, bahsettiğim imparatorluklara ait tarihi miraslara rastlamak çölde vaha bulmak gibi sevindirici. Tabii bunların sayısı vahalarla kıyaslanamayacak kadar çok. Şehir küçük, tarih büyük. Kısa ziyaretimizde her birini görme ya da ziyaret etme imkanımız olmadı. Bu yüzden daha geniş bir zamanda planlı gezerek bu açığı kapatmak düşüncesindeyim. Yukarı şehirden aşağıya inerken uğradığımız iki yapı, bahsettiğim türden yapılar. Şu anda ancak onlardan bahsedebilirim.
    1484 tarihinde İshak Paşa tarafından yaptırılan Alaca İmaret, bir zamanlar düşkünlerin bakıldığı, doyurulduğu yer olması açısından önemli. Bugün çeşitli sergilere ev sahipliği yapıyor.

    
    Alaca İmaret'in biraz ilerisindeki Agios Dimitrios , Selanikli Hristiyanlar açısından önemli bir kilise. Çünkü şehrin koruyucu azizi Dimitrios'a adanmış. Dimitrios en önemli asker azizlerden biri. Kilisenin ilk yapısı 4.yy'a ait. Azizin naaşının da bu kilisede olduğuna inanılıyor ancak bunlar genelde kesinliği olmayan inanışlardır. Yine de kilisenin Selanikliler tarafından ne denli önem taşıdığının da ispatıdır.

    1917 yangınında hasar gören kilisede birkaç orijinal duvar resmi mevcut. Azizin çile doldurduğu düşünülen mahzen kısmı da müze olarak düzenlenmiş. Hristiyan sanatı tarihi açısından önemli detaylar, meraklısına duyurulur.

    Selanik'in bizce en önemli yapısı olan Atatürk Evi Müzesi'ne geçmeden önce, şehrin bir de Roma tarihine ilişkin iki yapısını örnek olarak göstermek ve bu bahsi kapatmak isterim. İlki Galerius Takı. İmparator Galerius'un Persler'le yaptığı savaşın zaferi onuruna 4.yy'ın ilk yıllarında yapılmış. Üzerindeki kabartmalar Galerius'un zaferinden sahneler, sonrasında şehre girişi ve törenler şeklinde bir özet sunuyor. Yüzyıllar öncesinden zarif sahneler şehrin kalabalığı içinde kendine yer bulmaya çalışan haliyle hüzünlenmeme sebep oluyor.

    Galerius Takı'nın arkasında görülen yuvarlak bina da yine bir Roma eseri. Rotanda. Dairesel Roma yapılarına verilen mimari bir isim bu. Ne amaçla yapıldığı bilinmiyor. Genel geçer kuraldır, gelen kilise olarak kullanmış, giden cami olarak...

    Artık sıra o evde... Tarihin en önemli liderlerinden, atamız, önderimiz Mustafa Kemal Atatürk'ün doğduğu evde. Çevresindeki çarpık yapılaşmanın içinde pırıl pırıl parlayan bir bina burası. 
Hemen içeriye giremiyoruz çünkü Türkiye'den gelenlerin oluşturduğu bir kalabalık var.

    Parça parça ziyaretçi alınacağını öğreniyoruz ve sıramızın gelmesini beklerken evin hemen karşısındaki kafelerden birine geçip Türk kahvelerimizi yudumluyoruz, heyecanımızı yatıştırıyoruz. Bize ayrılan ziyaret saatinde kalabalık bir gurup olarak evin bahçesine adım atıyoruz. Bizleri ilk karşılayan Atatürk'ün babası Ali Rıza Bey'in diktiği söylenen nar ağacı oluyor. Atatürk'ün henüz küçük bir çocukken bu ağacın altında oynamış olma ihtimali duygulandırıyor herkesi, ağaç büyük ilgi görüyor.

    Bahçede bir süre oyalandıktan sonra binadan içeriye giriyoruz. Mutafa Kemal'in babasının vefatına kadar oturdukları ev 3 katlı. Çağdaş müzecilik kurallarına göre gerçekleştirilen restorasyon, evin tarihi ve duygusal havasını silip süpürmüş gibi. Daha iyi şeyler söylemek isterdim fakat her yerin pırıl pırıl yeniliği, bende sıfır daire geziyormuş izlenimi yarattı. Evet Atatürk'e ait bazı eşyalar sergileniyor, duvarlarda eski belgeler ve fotoğraflar var ancak dönem ruhunu hissetmek pek olası değil.

    Son restorasyondan önce Selanik'teki bir Müslüman evine uygun düzenleme varmış. Celal Bayar'ın emriyle 1953 yılında görevlendirilen tarih profesörü ve Türk İnkılap Tarihi Enstitü Müdürü Enver Ziya Karal, öğretmen eşi Fatma Karal'ın da yardımıyla dönem eşyalarının envanterini çıkararak, Türkiye'de üretilen kumaş, seramik vs. ile hazırlanan bir koleksiyon oluşturmuş. Çok uğraşmışlar, bürokratik engellere takılmışlar ancak Atatürk'ün çocukluğuna ait dönemin Türk esintilerini yansıtan bir ev düzenlemeyi başarmışlar. O halini göremedik. Bugünkü düzenleme fazla yapay. Bazı özel mekanlara çağdaş müzecilik anlayışı oturmuyor demek ki.

    Her şeye rağmen bu evde duygulanmamak mümkün değil. Atatürk'ün doğduğu oda "iyi ki" dedirtiyor. Düşünüyorum, kahramanımı anıyorum. Bu esnada dikkatimi dağıtan tek şey, onca kalabalığın neredeyse tek tek "Atatürk bu odada dünyaya gözlerini açtı" yazılı kürsünün arkasına geçip, az sonra halka seslenecekmiş gibi poz vermesi. Anlamlı bulmuyorum. Müze gezmeyi bilmediğimizi bir kez daha fark ediyorum.

    Ben müzedeki vaktimizi sonuna kadar kullanarak kalabalığın dağılmasından sonra çektim fotoğraflarımı. İyice tenhalaşınca gönül rahatlığıyla son bir tur attım, Atatürk'e ve onun peşinden giderek bize bağımsız ve modern Türkiye'yi hazırlayanlara dua ettim. "Şimdi böyle miyiz ki?" diyebilirsiniz. Mesele, mirası korumak konusunda kararlı olmakta.

    
    Selanik'in biz Türkler için en önemli yerini ziyaret ettikten sonra akşam konaklayacağımız otele geçmeden önce bir-iki saat serbest zaman geçirmek için dağılıyoruz. Bu bir kültür turu. Yani belli bir plan dahilinde devam ediyor ancak isteyen hangi ülkeye ya da kente gittiyse oraya ulaştıktan sonra diğerlerinden ayrılabilir. Böylece sadece gidiş-geliş ulaşımını ve oteli kullanmış olur. Böyle bir seçenek olduğunu da hatırlatmak isterim. Biz plana sadık kalıyoruz ve şimdi plan dahilindeki serbest saatlerdeyiz. Yorulduk, acıktık. Keyifli bir öğle yemeği için Aristotelous Meydanı'na yöneliyoruz. Turistik meydanları ve bunların çevresinde konuşlanmış restoranları, kafeleri severim. Bu aşamada bir parantez açayım, Selanik bir kafe şehri. Surların yıkılıp sahil kenarının düzenlendiği 19.yy'a yani Osmanlı zamanına kadar uzanan bir gelenek bu. Şehrin kozmopolit yapısıyla cıvıl cıvıl olan kentte, yeme içme mekanları da oldukça renkliymiş. Bu durum bugün de geçerliliğini koruyor.
    Annem her yerde yemez, kendi çevremde bir tam tur dönüp hızlıca onun uygun bulacağı bir yer araştırıyor gözlerim. Bilmemkaç yılından beri... yazısını gördüğüm bir restoranda karar kılıyorum. Aslında tavsiye edeceğim ama ne adı ne de kaç yılından beri hizmet verdiği kalmış aklımda. Aristo'nun heykelinin yer aldığı sırada olduğunu söyleyebilirim ancak:) Temiz, sevimli ve uygun fiyatlıydı. Bistro tarzı menüden seçtiklerimizden memnun kaldık. Ortam son derece kozmopolit ve hoştu.

    Annemi bir ara restoranda bırakıp kordona geçtim ve birkaç fotoğraf çekip ufak bir yürüyüş yaptım. Sabahki yağmur dinmişti ancak hava hâlâ kapalıydı.

    Yemekten sonra Aritotelous Meydanı'nın geniş kısmının arkasındaki daha dar olan ve iki yandan kemerli kısımlarla desteklenmiş bölümünde vakit geçirdik. Kemerlerin içerisindeki mağazaları, meydanı dolduran kalabalığı, ellerinde megafonlarla bildiri sunan ve bolca bulunan aktivistleri izledik.

    Selanik'in meşhur paskalya çöreğinden almayı ihmal etmedik. Bu meydanın paskalya çöreği koktuğunu bir yerlerde okumuştum, buna kendim de şahit oldum. Çok sayıda tarihi pastanenin kapısından yayılan sakız kokusu bana Selanik'i hatırlatanlardan olacak.
    Selanik'i bir de balkonlarıyla ve yerli yersiz her yanı kaplayan duvar yazılarıyla hatırlayacağım. Şehir balkon keşmekeşinde kaybolmuş gibi. İstisnasız her binanın yüzeyi uzun uzun balkonlarla kaplı. Sadece deniz kenarında olsa anlayacağım ama alâkası yok. En sapa yere kadar bütün şehirde bu böyle. Yazın balkonlarda vakit geçiriyorlardır herhalde. Yoksa bu kadar balkonun sadece vergiye tabii olmadığı için (böyleymiş) yapılmış olması pek mantıklı gelmiyor bana. Durumu anlatan hoş bir fotoğraf da çekemedim, zaten fotoğraf yetersiz kalır, görmek lazım.
    Bir de dediğim gibi her yer sprey boyalarla yazılmış yazı dolu. Kriz zamanlarındaki gösterilerden mi kaldı bilemiyorum ama hiç hoş bir görüntü değil. Biz bizdekilere kızıyoruz, Yunanlılar bizden betermiş.

    Selanik'e adım attıktan beri epeyi bir şey yaptık değil mi? Şimdi isteyenin otelde dinleme, isteyenin yakınlardaki bir başka bölgeye gitme zamanı. Bu tip turlarda meraklısı için ekstra turlar düzenleniyor. Böylece ziyaretçi farklı bir yer daha görmüş oluyor, rehber ve şoförler ise ufak bir kazanç sağlıyorlar. Selanik'e 1 saat uzaklıktaki Edessa'ya, bir başka deyişle Slavlar'ın peşinden Osmanlı'nın deyimiyle Vodina'ya düzenlenen bir gezi söz konusuydu. Annem otele gidip dinlenmeyi tercih etti. Ben tüm akşam uyumadığım için feci yorgun olmama rağmen dayanamadım ve tura katılmaya karar verdim. Vodina'daki meşhur şelaleler görülecekmiş. Gün içinde yağmurda ıslandığımız az gelmiş olsa gerek ki bir de şelale buharıyla ıslanayım dedim. Gezmeyi sevmek budur işte arkadaşlar:)

     Vodina "su şehri" demekmiş. Vodas Çayı'nın oluşturduğu kanallarla bezeli şehir belli ki güzel havalarda oldukça ilgi çeken bir yer. Sonbahar renklerine bürünmüş parkta keyifli bir yürüyüş yaparak şelalenin yanına kadar gittik ancak şehir merkezini gezmeye fırsat bulamadık. Sonradan yaptığım araştırmada mübadeleden önce burada Müslüman ve Hristiyan nüfusun bir arada yaşadığını, oldukça büyük bir kent olduğunu öğrendim. Bugün hem doğal güzelliği hem tarihi havası için ziyaret edilen yerlerden biri. Vodina'da yağmurun tekrar başlamasıyla biraz zorlandık. Hâttâ üstüm başım çamur oldu. Beraber olduğumuz birbirleriyle akraba kadın grubunun topuklu botlarla ve fönlü saçlarla hiç zorluk çekmeden gezmesine -bütün samimiyetimle söylüyorum- hayran kaldım:)

    Aslında Vodina'yı belki bir başka zamana bırakıp Selanik merkezindeki Bizans Müzesi'ni, Beyaz Kule'yi ve belki birkaç cami ile kiliseyi gezsem kendi adıma çok daha mantıklı olurdu. O an kafamı toplayamadım. İşte bunlar hep tecrübe.

    Akşam üzeri saatlerinde Vodina'dan otele döndüğümüzde kendimi hemen yatağa attım ve yaklaşık 2 saat kadar uyudum. Akşam yemeği için çoğunlukla birlikte tavernaya gidecektik, enerji depolamam gerekiyordu. Bu da isteğe bağlı bir etkinlik. Taverna programına katılmak istemeyenler şehir merkezine bırakılacak ve dönüşte aynı yerden alınacaklardı. Ancak dönüş geç saatte olduğu için, otel de merkeze pek yakın olmadığı için ayrı yemek istemedik, çoğunluğa uyduk. İyi ki de öyle yapmışız. Sirtakili, Türkçe-Rumca şarkılı, keyifli bir akşam yaşadık. 

    Bu kez tavernanın ismini hatırlıyorum. Palati. Yemekler aman aman lezzette olmasa da eğlencesi iyiydi. Şarkıların Rumca bölümlerini yerliler söylerken, Türkçe bölümlerine bizler eşlik ettik. Şarkılardan birinin Zeki Müren'den "Benim Güzel Manolyam" olduğunu söylersem nasıl güzel bir repertuvar olduğunu anlatabilir miyim bilmem. Yunanistan'la ortak geçmişimiz kendini en çok şarkılarda ve yemeklerde açığa çıkarıyor. Müzikli kısım epeyi bir duygusal oluyor. Yunan şarkıcının söylediği 19.yy İstanbul şarkılarından biri, iki balıkçı arkadaşın, Rum Yanni ile Türk Mehmet'in hikayesini anlatıyordu. Sözlerin bir kısmı şu anlama gelmekte: "... Sen Rum'sun, ben Türk / Sen Hıristos dersin, ben Allah / İkimiz de ederiz ah ile vah". İnanılmaz değil mi? Çok şey düşündürüyor. Mübadele olayı öyle hüzünlü hikayeler barındırıyor ki. Bu şarkıyı Fikret Kızılok da söylemiş. Merak edenler için yazının sonuna ekleyeyim.
    Palati, bir çok taverna gibi Ladadika bölgesindeydi. Burası Selanik'in yeme-içme-eğlence merkezi. Selanik'e yolu düşenlerin uğramadan geçmeyeceği canlı, neşeli, turistik bir bölge. Gece yolculuğunun ve tüm gün gezmenin ardından da olsa biz de Ladadika'nın ortamına kayıtsız kalamadık, keyfinden payımıza düşeni aldık. 
    Uykuyla sorunum vardır, deliksiz uyuduğum nadirdir ama o gece tatlı yorgunluğun etkisiyle mışıl mışıl uyumuşum. Sabah erkenden kahvaltımızı yapıp Selanik'le vedalaştık ve Kavala'ya doğru yola koyulduk. 

    Kavala (Xanthi), çok ama çok hoş bir sahil kenti. Şansımıza o gün güneş yüzünü göstermişti de rengarenk evleri, masmavi denizi gözlerimize bayram ettirdi. 

    Kavala'da önce rehberimizin peşine takılıp Kanuni Sultan Süleyman'ın yaptırmış olduğu su kemerlerini ve yine onun yaptırmış olduğu camiden kiliseye dönen Agios Nikolaos'ı gördük. Ardından birkaç saatlik serbest zamanımızı değerlendirmek için dağıldık.
    Sahilde ufak bir yürüyüşten sonra Kavalalı Mehmet Ali Paşa Sokağı'ndan Bizans Surları'na doğru tırmanmaya başladık. Burada o kadar güzel evler vardı ki durup durup incelemekle, fotoğraf çekmekle epeyi bir vakit geçirdik. Evlerin arasından göz kırpan pırıl pırıl denizden gözlerimizi alamadık. Neden o zamana kadar bir yaz tatili için Kavala'yı tercih etmediğimizi düşündüm. Fena fikir değildi. Kavala'nın plajlarından denize girebileceğimiz gibi hemen karşısındaki Taşoz (Thassos) Adası'na da uzanabilirdik. Sahildeki balık restoranlarının taze ürünlerinden tadar, sevimli kafelerinde sohbet eden insanların arasına karışırdık. Bu hayali bir kenara yazmalı. 

    Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın heykelinin ve evinin bulunduğu meydana çok yaklaşmışken annem yokuş yukarı daha fazla çıkamayacağını söyledi. Ben de zorlamadım. Bizans Kalesi de bu şekilde hayâl oldu. Mısır hükümetinin yaptırmış olduğu Kavalalı Mehmet Ali Paşa heykeline uzaktan baktım. Kavala doğumlu Mehmet Ali Paşa'yı bu civarda pek tutuyorlarmış çünkü kendisi Osmanlı'ya baş kaldıran bir kişilik. Osmanlı'nın Mısır Valisi iken kendi hanedanını kurduğunu, isyan ettiğini tarih derslerinden biliriz. Mısır'da kurduğu hanedan -öyle böyle değil- 1953 yılında yıkılmış. Mısır'ın imarında büyük katkısı olmuş Mehmet Ali Paşa'nın. Kavala'daki evi bugün Mısır hükümetine aitmiş. Yaptırmış olduğu imaret ise -aynı isimle- Yunanistan'ın en lüks otellerinden biri olarak hizmet veriyor. 


    Kavala'da balık yenirmiş. Biz de öyle yaptık. Tavsiye edilen restoranlardan birinde deniz ürünleri ziyafeti çektik. Ardından yine sahilde bir yer beğenip kahvelerimizi yudumladık. 


   Doğrusu bu şirin kentten çok zor ayrıldım.Ah unutuyordum! Kavala, 18.yy.da dünyanın en önemli tütün ticareti limanıymış. Şehirde bir de Tütün Müzesi var ki göremedim ve aklımdan çıkmıyor:) Ne yapalım? Bu sefer böyle olsun ve şimdi İskeçe-Gümülcine arasındaki Porto Logos Köyü'ne uzanalım.

    Seyahat programına dahil olan, Porto Logos köyünün içinde yer alan Vistonida Gölü ve üzerindeki iki küçük kiliseydi. Buraya bayıldım. Göle, kiliselere... 

    Endemik yapısıyla şekillenen bitki örtüsü ve üzerinde uçuşan balıkçıl kuşlarla enfes bir göl Vistonida. Bu güne kadar gezdiğim yerler içinde en etkilendiklerim listesine rahatlıkla girer. 

    Gölün üzerindeki ahşap köprüyle ulaşılan Agios Nikoloas ve Virgin Mary Pantanassa kiliseleri gölün romantizmine fazlasıyla katkıda bulunuyorlar. 

    Kilise görevlileri ziyaretçileri kapıda karşılıyorlar. Tur şirketlerinin güzergâhında olduğu için artık tanıdık haline gelen görevlilere İstanbul'dan baklavalar hediye edildiğini gördüm. Gölün, manzaranın, güzel havanın eşliğinde burada epeyi bir vakit geçirdik. Birkaç seyahat turunun aynı anda orada olmasından oluşan kalabalık nedeniyle pek fotoğraf çekemedim. Hafta içi bir vakitte ortalık boşken burası şahane fotoğraf verir, benden söylemesi.

    Vistonida son durağımızdı. Bu doğa harikasına veda ettikten sonra İstanbul'a dönüş yoluna çıktık. Peki meşhur Kavala kurabiyesi almadan olur mu? Yol üzerindeki bir satış noktasına yönlendirildik. Semaverlerden ikram edilen çay eşliğinde kutu kutu kurabiye ile doldu otobüs:) Dönüş yolculuğu, sınırdaki kuyruk nedeniyle biraz daha uzun sürdü. Yunanistan Free Shop'a uğramak ihmal edilmedi. Free Shop o kadar kalabalıktı ki zannedersin bedava dağıtım var. Kasa kuyruğuna girmek işime gelmedi, hiç bir şey almadım. Dönüş yolculukları her zaman daha yorucu olur. Aklım bir an önce eve varmaktaydı. 

    Batı Trakya turları fazla tercih edilenlerden biri. Gideni çoktur, anlatanı da çoktur. Benim seyahatim böyleydi. Aslında Selanik'i eşim ve oğlumla ziyaret edip, Orhun'u lisedeyken katıldığı MUN konferanslarında iki sene üst üste misafir eden aileyle tanışmak istiyordum. Birkaç gün süren toplantılar için, Orhun otelde değil aile yanında kalmayı tercih etmişti. İlk sene yanlarında kaldığı aileyle birbirlerini çok sevdiler ve bir sonraki Selanik çalışmasında da misafirleri oldu. 
Biz de anneler olarak epeyi bir yazıştık, hediyeleştik. Sanırım onların da bir İstanbul geçmişleri var. Anneanneleri özellikle Orhun'u görmeye gelmiş. Hiç unutamam, evin annesi Orhun'un bavulunu bile hazırlamıştı. Arada sohbetlerde Türkiye'yi hafif yeren sözler sarfettikleri de olmuş tabii ama oğluma çok iyi bakmışlardı. Hâlâ görüşürler. Orhun bazen arar, evin oğluyla da daimi arkadaşlar zaten. Kısmet olursa bir gün ailecek tanışır görüşürüz. Yunanistan halkıyla enteresan bağlarımız var, birbirimize çok benzeyen taraflarımız var. Ve aslında özellikle Selanik'ten bahsedecek çok şey vardı. Mesela ilk aklıma gelen Nazım Hikmet'in Selanik doğumlu olması. Sonra, Türk milliyetçiliğinin temellerinin Selanik'te atılmış olması var. Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin var. Var da var yani. Belki birçok Avrupa şehri gibi havalı değil Selanik. Ancak dolu dolu bir şehir. Ve benim ilk anda aklıma gelenler bunlar... Son sözü Fikret Kızılok ve Bülent Ortaçgil'e bırakıyorum efendim.