30 Aralık 2017 Cumartesi

MUTLU YILLAR!

     2017'yi uğurlamak üzereyiz malûm. Düşünüyorum da benim için sakin bir sene oldu. 
Kişisel tarihime yoran, yıpratan bir sene olarak geçen 2016'nın üzerine iyi geldi bu sakinlik. 
Yaz mevsiminin başında oğlumun sağlığı açısından yine  ufak bir bocalama yaşasak da genel anlamda sakindi, huzurluydu. 2018'den de sağlık ve huzurun devamını bekliyorum. 
Ufak tefek özel isteklerim de var tabii ama onları çok da kafama takmam. Gerçekleşirse şahane olur:) 
    Bu yazıyı okuyan dostlarım... Sizin için de yeni yılda öncelikle sağlık ve huzur diliyorum. 
Ve tabii o özel isteklerinizin her birinin gerçekleştiğini görmenizi...
    Yeni yıl dileklerine uygun bir fotoğrafımı bulamadım, en iyisi Instagram'a en son eklediğimi iliştireyim. Yemeye kıyamadığım çikolatadan Noel Baba'mla, geyiğimle ve kardan adamımla unutulmayacak güzellikte bir yıl diliyorum herkese:)





    
    

26 Aralık 2017 Salı

İKİ FARKLI HAYAT... FÜREYA ve ALEX SÜPERBERDUŞ...

    Bir dolu şey anlatmak isterken araya başka başka işler giriyor ve buralara uğramayı ihmal ediyorum. Ara verdiğimde de o anlatmak istediklerim ya aklımdan çıkıyor ya da zaman aşımına uğruyor. Ve tüm bunlar olup biterken aklımın bir yanı hep burada takılı kalıyor. Ama şimdi buradayım. Ne yazsam? 2017'yi uğurlayıp umutla 2018'i karşılayan bir yazı yazma modunda değilim. Aslında bu tarihlere o yakışırdı değil mi? Yanlış anlaşılmasın, moral durumları değil beni engelleyen. Oğlum tatil için eve geldiğinden keyfim yerinde çok şükür. Sadece kafamda henüz geçmiş yılı değerlendirmiş değilim. Değerlendirmek şart mıdır ondan da emin değilim. Ama pazar gününe kadar yeni yılınızı muhakkak kutlarım diye düşünüyorum:) Ben şimdi en iyisi çok beğendiğim bir sergiden ve bir kitaptan bahsedeyim ufak ufak. Zira ikisi de bahsetmek isteyip ihmal ettiklerimdendi.

    Geçtiğimiz günlerde arkadaşımla buluşmak için Akaretler'e düştü yolum. Akaretler'in ışıl ışıl, cıvıl cıvıl ortamında sohbetin dibine vurmadan önce Kale Grubu'nun düzenlemiş olduğu Füreya sergisine uğradık. 60.kuruluş yılını kutlayan Kale Holding, seramik sanatçısı Füreya'nın eserlerini şahane bir sergi kapsamında bir araya getirmiş.

    Çağdaş seramik sanatının öncülerinden olan Füreya'nın İsviçre, Paris, İstanbul ve Ankara'da şekillenen başarısının yanında dikkat çeken bir özelliği daha var ki o da enteresan bir ailenin mensubu oluşu. Seneler önce okuduğum "Şakir Paşa Ailesi / Harika Çılgınlar" kitabıyla tanıdığım ailenin  Fahrelnissa Zeid ve Aliye Berger gibi birçok üyesine daha sonra lisans eğitimim sırasında iyice aşina olmuştum. Ailede öyle isimler var ki bu yazıda teker teker anlatamayacağım. Ayrıca zaten çok önceleri yazmıştım. İyisi mi yazının linkini buraya bırakayım. Halikarnas Balıkçısı'nın, Kılıç Ali'nin üyesi olduğu Şakir Paşa Ailesi'ne daha önce rastlamayanların muhakkak ilgisini çekecektir.

    Plastik sanatlara ilgi duymayıp edebiyatla haşır neşir olanlar Ayşe Kulin'in aynı isimli biyografik romanından hatırlayacaklardır Füreya'yı. Sanatçının hayatını anlatan bu roman oldukça etkileyiciydi. Daha önce kitabı okumuş olanlar sergiyi gezdiklerinde kafalarında bir çok şey yerli yerine oturacaktır. Hem seramik sanatımızın öncülerinden olan değerli bir ismin çalışmalarını görmek; hem de bir anlamda içimize işleyen bir roman kahramanını gerçek yaşam içinde şekillendirmek açısından önemli ve keyifli bir sergi bu. Ücretsiz gezilebilen sergi 18 Ocak 2018'e kadar sürecek. Akaretler'in hemen başında rastlayacaksınız. Gitmişken caddenin keyifli, modern, cıvıl cıvıl ortamından pay almak da ayrıca iyi gelecektir. 

    Şimdi bir de kitap tavsiyesinde bulunayım. Her sene sonunda olduğu gibi 2017 yılında okuduklarımı ayrıca listeleyeceğim. Ama ara ara böyle tanıtımlar yapmayı seviyorum. Kitap tavsiyesinde bulunurken de genelde farklı şekilde ilgimi çeken kitapları tercih ediyorum. İşte şimdi bahsedeceğim "Yabana Doğru" tam da bu türden farklı bir kitap. Bir kere sıra dışı bir kişiliği anlatıyor. Üstelik çok sevdiğim belgesel tarzında. Zaman zaman biyografik bir roman tadında ilerleyen çalışma, bazen konuya dahil kişilerin anlatımlarıyla kesiliyor, kimi zaman da araştırma kitabı tarzında bilgilendiriyor. 

    Kitabın kahramanı Alaska'da terk edilmiş bir otobüsün içinde henüz 23 yaşındayken ölen Christopher McCandless. Kendisine taktığı isimle Alex Süperberduş. Christopher hali vakti yerinde bir ailenin çocuğu. İyi okullarda okuyor, para sıkıntısı yok. Geleceği parlak gençlerden. Çok akıllı, başarılı. Elini attığı her konuda başarılı. Fakat hassas bir genç. İçine kapanık değil. Samimi, insancıl. Ama konumundan memnun değil. Hep başkalarına yardım etme telaşında. 
Ve bir de yabanda yaşama isteğiyle dolu. Doğayı alt etmeyi kafaya koymuş. Tüm bu özellikler birleşince, bir de kendisinin babası daha ilk karısından ayrılmadan önce doğduğunu öğrenince, çalışarak biriktirdiği parasıyla birlikte ailesinin üniversite için ayırdığı parayı da bir hayır kurumuna bağışlıyor ve kimseye haber vermeden Alaska'ya doğru yola çıkıyor. Öncesinde bir miktar geziyor, çalışıyor, yeni insanlar tanıyor. 1992'nin baharında Alaska'da oluyor. Bilinçli olarak az tutuyor teçhizatını. Uyarıları dinlemiyor. İsteği tam bir yaban hayatı yaşamak. Kimine göre bu kadar az malzemeyle Alaska'da yaşamak büyük başarı. Yaz aylarında geri dönmeye karar veriyor ancak mevsimden dolayı taşan nehirler yolunu kesiyor. Önce açlıktan öldüğü düşünülse de sonradan anlaşıldığına göre nemli ortamda küflenmiş bitki tohumlarını yediği için zehirlendiği kabul ediliyor. Tuttuğu günlükler ve yanında götürdüğü makineyle çektiği fotoğraflar işin can acıtıcı kısmını oluşturuyor. Daha dikkatli olsaydı dönebilecek olması okuyanı üzüyor. Çoğu insan Christopher'ı ailesini habersiz bıraktığı için suçluyor. Ne yazık ki bu da öyle farklı bir çocuk. 

    Meğerse Christopher ölümüyle epeyi ünlenmiş bir çocukmuş. Alaska'da yaban hayatı deneyimlemek isteyen ve bu uğurda ölen başkaları da var ancak Christopher'ı farklı yapan, yolculuğu sırasında karşılaştığı herkesi derinden etkilemesi. Hakkında bir çok belgesel varmış. Hatta bu kitabın filmi bile çekilmiş. Ben uzun uzun anlatırken eminim içinizden filmini seyrettiğini bana duyurmak isteyenler olmuştur:) Ben nasıl oldu da bu çocuğu ve bu filmi atlamışım bilmiyorum. Seyretmeye fırsat bulamadığım birçok filmden ve okumamış olsam da birçok kitaptan haberdarımdır. Üstelik sinemalarda vizyona girmiş bir filmden bahsediyoruz. Çevremde "ben filmini seyrettim" diyen çok oldu. Örneğin sevgili eşim:) Christopher'ın hikayesinden o kadar çok etkilendim ki ona heyecanlı heyecanlı anlatmaya başladım. Dinledi dinledi ve "ben televizyonda seyrettim" dedi:) Birincisi ne ara seyrettin de ben görmedim? Beğenmiş bir de. İkincisi madem beğendin sen niye bana benim sana tavsiye ettiğim gibi tavsiye etmiyorsun? Haksız mıyım? Bazen deli ediyor beni. Ketum ketum. 
    Kitabı bana sevgili Esin (İzler ve Yansımalar) hediye etmişti. Biyografileri sevdiğimi ve seyahatten hoşlandığımı bildiği için seçmiş bu kitabı. Beni bu düşünceli tavrıyla çok mutlu etti. Bence bu blog arkadaşlarımızın bizi ne kadar iyi tanıdığına şahane bir örnek. Kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum. Ve bir kez daha blog arkadaşlarımı sevdiğimi söylemek istiyorum:)
    Christopher'ın hayatını tamamladığı otobüs aynı şekilde muhafaza edilmiş. Meraklıları gidip görebiliyorlar. Belgesellerini seyrettim ve tekrar tekrar üzüldüm. "Ah ne yaptın be çocuk!" diye diye okuduğum kitapta en etkilendiğim kısım ise şu oldu. Christopher Jack London hayranıymış. Yanında onun kitapları varmış. Ve kitapta altı çizili bir dolu satır. Yazar Jon Krakauer diyor ki:
     "London'ın hikayelerinden öyle etkilenmişti ki bunların Kutup bölgesine yakın topraklardaki yabani hayatın gerçeklerinden ziyade, London'ın romantik duyarlılığını yansıtan hayal gücü ürünü kurgu eserler olduğunu unutmuş gibiydi. McCandless, London'ın Kuzey'de yalnızca tek bir kış geçirdiğini ve Kaliforniya'da kitaplarında savunduğu fikirlerle çok da bağdaşmayan yerleşik bir hayat sürdüğü kendi mülkü olan çiftliğinde kırk yaşında, kontrolünü yitirmiş bir alkolik ve obez olarak intihar ettiği gerçeğini de gönül rahatlığıyla görmezden geldi." 






    

21 Aralık 2017 Perşembe

VİYANA'DA MUTLU SENELER DİLEKLERİ...

    Bu yıl yeni yaşıma Avrupa'nın en güzel şehirlerinden birinde, Viyana'da merhaba dedim. Senelerdir "Buraları bir de Noel zamanı görün" diyen kuzenlerin davetine icabet etmenin sırasıymış demek ki. Doğumgününü de bahane ederek 10 sene aradan sonra Viyana'da bulduk kendimizi. Yeni yıl havasında bol ışıklı, kırmızılı, çikolata ve tarçın kokulu, çokça muhabbetli dolu dolu iki gün yaşadık.
    Viyana güzel şehir, tarih kokan bir şehir. Yıllar önce ilk gittiğimizde bir haftadan fazla süren ziyaretimizin verdiği rahatlıkla görmediğim müze, girmediğim saray kalmamıştı. Eşimi ve oğlumu bir miktar bezdirmiştim, sonra sonra bazı müzelere benimle gelmemeye başlamışlardı. Bu sefer bunun Noel pazarlarını gezmeyi amaçlayan kısa süreli bir seyahat olduğunu unutmamak için söz verdim kendime. Yoksa var ya bu sefer de o güzelim Viyana müzelerinden kopmak zor olurdu benim için. Yolu Viyana'ya düşecek olanlar en azından Hofburg Kraliyet Sarayı'nı, yazlık saray olan Schönbrunn'ü, Sanat Tarihi Müzesi'ni (Kunsthistorisches Museum), Leopold Müzesi'ni benim için de gezseler ne güzel olur. Ah! Bir de Belveder Sarayı var! Nasıl unuturum? Klimt'in "Kiss" dahil bir çok tablosunu barındırıyor. Çok var yani. Viyana'da şahane yapılar, şahane müzeler var ve hepsi aklımda.
    
    Kimseyi yormayacağım, sıkmayacağım dedim ama her zamanki gibi gezi rotasını çizmek yine benim insiyatifimde:) Eşimin kuzeni ve eşi de bizimle gezmek üzere ayarlamışlar kendilerini, "Nereye gitmek istiyorsun?" dediler ve çıktık yola. Pazarları gezmeden önce uğramak istediğim bir yer var. O da yıllar önceki ziyaretimizde göremediğim için aklımda kalan Hundertwasserhaus.
    
    Hundertwasserhaus, yani Hundertwasser Evleri Viyana'nın en renkli simgelerinden biri. 
1983-1985 yıllarında inşası biten evlerin tasarımı, 20.yy.'ın en ilgi çekici sanatçılarından olan Friedensreich Hundertwasser'e ait. Ressam, mimar, filozof ve aktivist ünvanlarına sahip Hundertwasser, hayat görüşünü ve ideolojisini tümden bu binaya aktarmış gibi.
    Düz çizgileri reddeden, doğayla insanın kadim uyumunu benimseyen tasarımlarıyla bilinen sanatçının rengarenk hayal dünyası dalgalı zeminlerde, asimetrik pencerelerde, binayı saran bitkilerde hayat bulmuş.
    Bu özellikli evler sanmayın ki toplumun kalburüstü kesimi için yapılmış. Tam tersi. Düşük gelirli vatandaşlar için yapılan bir bina burası. 53 daireli, 4 ofisli, 3'ü ortak olmak üzere 19 teraslı ve 200'ün üzerinde ağaca sahip...
    Dalgalı düzen ve ağaçların varlığı sadece yapının dışına özgü değil fakat bunu dairelerin içerisinde gözleme imkânımız yok çünkü burası bir müze değil, yalnızca dış alanı deneyimleyebiliyoruz.
    Bazı yerlerde Hundertwasserhaus'un bir başka mimarı daha olduğu bilgisine rastlanıyor. Olay şu ki Hundertwasser bu evlerin inşasına mimar Josef Krawina ile başlamış. Fakat fikir ayrılıkları nedeniyle araları açılmış ve Krawina projeden çekilmiş. 2000'li yıllarda -her ne kadar tasarımın tamamı Hundertwasser'e ait olsa da- Krawina da telif hakları açısından ortak kabul edilmiş.
    Evlerin hemen karşısında hediyelik eşya mağazalarının bulunduğu bir başka bina var. Hundertwasser'in tasarımlarına uygun dekore edilmiş ve ortasında pek şirin bir bar kısmı yer alıyor. Üst katındaki galeride sanatçının bazı eserleri sergileniyor.
    
    Biz burada epeyi bir vakit geçirdik. Hayalgücünün sınırlarını zorlayan rengarenk bir ortamda içeceklerimizi yudumlarken edilen sohbet, gündemden uzaklaşmak için tebdil-i mekan eylemenin gereklerindendi. İyi geldi.
    
    Hunderwasserhaus'tan sonra Prater'e uğramak istedim. Prater Viyana'nın en eski eğlence alanlarından biri. Önceleri krallığa ait av sahası iken 1766'da kamuya açılmış. O tarihten beri cıvıl cıvıl olan Prater bu sefer biraz tenhaydı. Burada da küçük bir pazar kurulmuş ancak kalabalıklar genelde şehir merkezinde toplanmış gibiydi.
    

    Prater'de asıl ilgimi çeken 120 yaşındaki dönme dolap. İmparator Franz Joseph'in tahta çıkışının 50.yılı şerefine yapılmış. Hava soğuk olduğu için -zira oldukça yavaş ilerliyor ve uzun süreli bir eğlence oluyor- bu sefer dönme dolaba binmeyi tercih etmedik. Fakat 10 yıl önceki deneyimimizi hatırlayarak oldukça keyifli bir aktivite olduğunu söyleyebilirim. Yaşına bakarak tehlikeli olduğunu düşünmeyin. Aslına uygun olarak devamlı yenileniyor.
    Dönme dolapları seviyorum. Böyle özellikli olanları daha da çok seviyorum. Bu konuda bir dileğim var ki o da London Eye'ı görmek:)

    Viyana ile İstanbul arasında aslında 1 saat zaman farkı var ancak biz kış saatine geçmediğimiz için bu fark 2 saate çıkmış durumda. Bizden 2 saat gerideler. Yani orada hava daha erken kararıyor. Prater'de olduğumuz saatlerde akşamı getirdik bile. Ortalık ışıldamaya başladı. İstikamet Rathausplatz'daki Noel pazarı. Viyana'nın ve hatta Avrupa'nın en büyüklerinden biri. Rathaus dediğimiz bildiğin belediye binası. İşte pazar bu binanın önündeki alanda kuruluyor. 
Neo-Gotik tarzın muhteşem bir örneği olan belediye binası zaten oldukça ilgi çekiciyken, hemen önünde oluşturulan ışıl ışıl ortamla iyice masalsı bir dünya meydana gelmiş. Her yer ışığa bürünmüş. Etrafta çikolata, kahve, tarçınlı sıcak punch kokusu...
    Standlar rengarenk yılbaşı süslemeleriyle, el yapımı hediyeliklerle dolu. Gel gör ki 1 Türk Lirası 5 Euro'ya dayanmış. Alışveriş imkânları ziyadesiyle kısıtlı. Yalnızca içtiğim sıcak şarabın fincanını alıyorum:) Aslında hediyeliklere çok yanaşmayışımın bir nedeni de yanımızda kuzenlerin olması. "A ne güzel" diyerek yaklaştığım her şeyi almaya kalkıyorlar. Bir süre sonra her beğeni ifadesini yutmaya başlıyorum. Sağolsunlar, yurt dışında yaşayan akraba ve arkadaşlarda bu durum var. Muhakkak bu deneyimi yaşamışsınızdır. Canla başla misafir edip hediyelerle yollamaya meyilliler. Ne diyelim? Güzel gönüllü dostlarımız, akrabalarımız iyi ki varlar.
    
    Perşembe akşamı gitmiştik Viyana'ya, o akşam hasret gidermeyle geçmişti, cuma günü dışarı atmıştık kendimizi, geldik cumartesi gününe. İşte bugün benim doğum günüm. 25 Kasım. 
Bu akşam bu şehirde yaşayan diğer kuzenlerin davetlisiyiz. Dolayısıyla doğum günümde seçtiğim bir restoranda akşam yemeği yiyemeyeceğaim. O zaman Kraliyet pastanesi Demel'de kahvaltı yaparım ben de:) 
    1786'da açılan pastane, kendi deyimleriyle Viyana'nın oturma odası olarak anılıyor. Bu tanım pek yerinde olmuş. Zira dün Avusturya aristokrasisi mensuplarının buluşma yeri olan Demel, bugün dünyanın dört bir yanından Viyana'ya gelen turistlerin uğramadan geçmedikleri bir mekan. Özellikle hafta sonları bu zarif oturma odasında dinlenmek, meşhur elmalı tatlısı "apfelstrudel" ısmarlayıp, bir fincan Avusturya'ya özgü köpüklü kahve yani "melange" yudumlamak için sıra beklemeyi göze almak gerekiyor. Neyse ki erken bir saatte Demel'deyiz, çok fazla sıra beklemiyoruz. Günün çoktan yarılandığı saatlerde pastaneden çıkarken içeri girmek için bekleyenlerin fazlalaştığını görüyoruz. (Sonradan öğreniyorum ki Aralık ayı haricinde internetten rezervasyon yapmak mümkünmüş).
    
    İçeride fotoğraf çekmek çok zor. Çünkü çok kalabalık. Ayrıca kimseyi rahatsız etmek istemiyorum. Hızlıca, ortamın estetiğini yansıtmaktan uzak birkaç fotoğraf çekiyorum. Diğerleri bana ait olsa da aşağıdaki fotoğraf kendi web sitelerinden alınma. Bir tane düzgün görsel eklemek istedim. Hem böylece garsonların üzerindeki kıyafetin ilk yıllardan beri değişmemiş olduğunu da belirtmiş olurum.

    Müşteri yoğunluğu, mağaza kısmından alışveriş yapmamı engelliyor. Enfes çikolatalarda ve yılbaşı tebrik kartlarında kalıyor gözüm ama o uzun kasa kuyruğuna girmeye niyetim yok. Üstelik sadece Orhan'la olsak beraberce bekleriz ancak yanımızdaki insanları ayakta dikmek istemiyorum. Sadece ailenle gezmenin getirdiği rahatlık böyle durumlarda aranıyor işte. Allah'tan Demel'in alt katındaki müze kısmı kapalıydı da aklım bir de orada kalmadı:) Evet böyle bir bölüm var. Birkaç ay kapalı kalacakmış fakat sonrasında gidecek olanların ilgi alanındaysa unutmasınlar derim. 

    
    Demel'den ayrılmadan önce, açık mutfağa bir göz atıyoruz. Zamanında Kral Joseph ve Kraliçe Sissi'ye pasta yapılan mutfakta aynı hummalı çalışma devam ediyor. Yılbaşı pastalarının hazırlanışını görmek keyifli.
   
   Tatliları yedik, kahvelerle kafein yüklendik, sokakları gezmeye hazırız. Önce merkez bölgesi olan 1.Viyana'nın kalabalığına karışıyoruz. (Şehirde 23 bölge var). Demel'de yapamadığım çikolata alışverişini burada yapıyorum. Şahane çikolatacılar var. Kayıtsız kalmak mümkün değil. Şık mağazaların, turist kalabalığının arasında ilerlerken yolumuz Hofburg Sarayı'nın önündeki Noel pazarına çıkıyor. Burası küçük ama keyifli bir alışveriş alanı. Pazardan çok Hofburg Sarayı'na takılıyor gözlerim. Evet, 10 sene önce burayı da ziyaret etmiştik. Avrupa'nın en büyük imparatorluklarından biri olan Habsburg İmparatorluğu'nun kışlık sarayı burası. Dolayısıyla dışı gibi içi de oldukça görkemliydi, imparatorluğa yaraşır bir koleksiyona sahipti. 
    Bizim Osmanlı İmparatoluğu gibi 1.Dünya Savaşı'ndan sonra yıkılan Habsburg İmparatorluğu Avusturya denince ilk akla gelenlerden biri. Tarihe ilgi duymayanlar bile en azından Muhteşem Yüzyıl'da Kanuni'nin ağzından epeyi bir duymuşlardır bu imparatorluğu ve özellikle imparatorları Ferdinand'ın ismini. Habsurg Ailesi 900'lerde piyasaya çıkmış, zamanla büyümüş ve tüm Avrupa'ya hükmeder olmuş. Avrupa'ya yayılmalarının esas sebebi kızlarını devamlı surette başka ülkelere gelin göndermeleri. Bizimle de epeyi bir kapışmaları olmuş. İşte bu ailenin izleri Viyana'nın her yerinde. 
    
    Habsburglar'ın kışlık sarayını görünce aklıma yazlık saray geliyor tabii ki. Onun bahçesinde de pazar kurulduğunu biliyorum. Bir miktar şehir dışına çıkarak, fakat şehre hakim raylı ulaşım sistemi sayesinde hiç zorlanmayarak Schönbrunn'a doğru uzanıyoruz. 
    Schönbrunn Sarayı, özellikle Kraliçe Sissi ile özdeşleşmiş. Kral Franz Joseph'in eşi Kraliçe Elisabeth'in, yani çokça bilinen ismiyle Sissi'nin en sevdiği mekanmış. 1950'lerde Romy Schneider'in canlandırdığı filmde hayat bulan ve bu filmle sempati kazanan Sissi'nin aslında huysuz ve huzursuz bir kadın olduğu, Joseph'e hayatı dar ettiği söyleniyor. Bavyera dükünün kızı olan, 15 yaşında evlenerek Viyana'ya gelen, saray hayatından hiç hoşlanmayan, saraydan çıkmak için her fırsatı değerlendiren, spora meraklı, güzelliğine düşkün Sissi'yi Avusturyalılar pek sevmezlermiş fakat onu turizm geliri yapmaktan da uzak durmamışlar. Şehrin her yerinde, afişlerde, panolarda, kitapçılarda, hediyelik eşya mağazalarında kraliçeyi görmek mümkün. İtiraf ediyorum bende de bir önceki seyahatten kalma Sissi biblosu var:) Bir de kardeşim üzerinde resminin bulunduğu kumaştan gözlük sileceği getirmişti:) Hayır yani, kadıncağız da hakikaten güzelmiş, vallahi her yere yakışıyor.
    
    Schönbrunn Sarayı, Unesco Dünya Mirasları listesinde yer alan etkileyici bir yapı. Bu sefer içine girmedik ama bir önceki seyahatten aklımda kalan en dikkat çekici yerlerden biri. Özellikle bahar ya da yaz aylarında Viyana'daysanız ziyaret listesine almalısınız. Mozart'ın 6 yaşında konser verdiği salonun da dahil olduğu etkileyici bir iç mekan ve rengarenk bir bahçe göreceksiniz. Hâttâ ziyaret listesine Schönbrunn'un hayvanat bahçesini de katarsanız şahane olacak. 
    Sarayın girişindeki Noel pazarı da çok iyiydi. Burada diğer gördüklerimizden farklı olarak sanatsal değeri daha yüksek el yapımı hediyelik eşyaların sergilendiği standlar vardı. Havanın soğuk olmasına rağmen burada epeyi bir vakit geçirdik. Canlı müzik, gösteriler vs. derken zamanın nasıl geçtiğini anlamadık.    


    Viyana'nın Noel pazarları pek meşhur. Bizim orada olduğumuz tarihlerde daha yeni yeni kuruluyorlardı, sokaklar da henüz süslenmeye başlamıştı. Daha renkli günlerini yakalasaydık daha iyi olacaktı belki ama bu sefer de kalabalıktan sıkılma ihtimali vardı. Yeni hareketlenen ortamda bile kalabalıktan etkilendiysek yılbaşına doğru nasıl bir curcuna olur tahmin etmek zor değil. Ancak şurası kesin ki bizim gördüğümüzden daha da renklidir şu an Viyana. Hatta tüm Avrupa... 
    2017 Kasım ayındaki Viyana maceramız böyleydi. Kuzenlerin benim için hazırladıkları doğum günü toplantısıyla noktalandı. Çok mutlu ettiler beni. Farklı oldu, güzel oldu. 10 yıl önceki Viyana seyahatimizden harmanladıklarımla yazdım bu yazıyı. Zira hatırlamamak mümkün değildi. Viyana çok güzel bir şehir. Yine gitsem, günlerce gezsem bıkmam. Görülecek yerleri o kadar çok ki, anlattıklarım devede kulak misali. Yalnız burada bir parantez açmak isterim, Viyana'yı çok seviyorum ama Avusturyalılar'ı bir türlü sevemedim. Burnu büyük ve soğuk insanlar olduklarını düşünüyorum. Birçok ülke ve şehir gezdim, her yerde insanlarda sevecek bir şeyler buldum, burada bulamadım. Hani pek çok açıdan yakınlık olarak Almanlar'a bakıyorum, onlar böyle değiller. Daha nazikler. 10 yıl önce de aynı soğukluğu hissetmiştim, bu yıl da aynı şekilde hissettim. Ama bu durum Viyana'yı yeniden görme isteğimin önüne geçmiyor tabii ki. Ben bir turistim. Gezmeyi, öğrenmeyi seviyorum. Avusturya insanı da benim için bir deneyim. Kim bilir? Belki bir gün Viyana'yı tekrar görme fırsatım olur. O zaman belki daha sevecen insanlarla karşılaşırım ve olumsuz fikirlerimden vazgeçerim:) Belli mi olur?
   


   



 
 

7 Aralık 2017 Perşembe

GRAYBOY'UN ARDINDAN...

    2 sene önce yaklaşık bu zamanlarda evcil hayvan olarak hamster aldığımızı yazmıştım. İsmini Grayboy koymuştu Orhun. Grayboy artık yok:( Dün öldü. O kadar üzüldüm ki anlatamam. 2 gün yattığı yerden kalkmadı, zor nefes alıyordu, gözünü zor açıyordu. Kalkamadığı için yemeklerini biz uzatıyorduk, yemek istiyordu ama yiyemiyordu, susuz kalmasın diye ağzına pamukla su veriyorduk. Tedavi edecek ekipman olmadığı için hamsterlara her veteriner bakmıyor. Internetten bir klinik buldum. Veteriner de arada bir beslediği için ilgilendi. Götürdüm ama iş işten geçmiş. Zaten yaşlı olduğu için ve kistik yapıları olduğu için ufacık şeyin neredeyse tüm vücudunu tümör sarmış. "Aniden böyle oldu" dedim. Zaten aniden olurmuş. Veteriner hayvanın acı çektiğini ve uyutmanın daha yerinde olacağını söyledi. Ben o an fena oldum tabii. Ama acı çektiği o kadar belliydi ki. O nefes alamadığı için bütün gece ben de uyumamıştım, sabaha kadar başında beklemiştim. Küçücük bir hayvan için sabahlamak bazılarımıza tuhaf gelebilir ama aksi davranmak elimde değil. Zorlandığını görmek çok üzücüydü. Hal böyleyken dün uyutuldu. Daha yeni yeni kendime geliyorum. 

    Çok alışmıştık. Küçücük olduğu için koruma ihtiyacım çok fazlaydı ona karşı. O kadar sevimliydi ki. Her gören bayılıyordu Grayboy'a. Su içerken suluğundan şıkır şıkır sesler çıkarırdı. Tekerleğinde dönüp dönüp antrenman yapardı. Muz kurusuna bayılırdı. Kabına yeni yem koyduğumuzda hemen muz kurusunu kapıp yuvasına saklardı. Gonzales denilen cinstendi. Bu grubun ömrü zaten en fazla 1.5- 2 yılmış. Veteriner "ben hiç 2 yaşına kadar büyütemedim" dedi. Bizimki 2 yaşını bitirmişti. Elime alamıyordum. Hayvanları çok seviyorum ama maalesef dokunamıyorum. Ona rağmen çok iyi bakmıştım. Yuvasını sık sık temizlerdim, temizlerken eşim ve Orhun dışarı çıkarırlardı. Kimsenin kirli elleriyle hayvana dokunmasına izin vermezdim. Dışarıdan gelen misafirin elini yıkamadığını biliyorsam ve Grayboy'la oynamak istiyorsa önce ellerini yıkattırırdım. Çabuk mikrop kapabilecek hassas hayvanlar çünkü. İnsanlardan grip virüsü alıyor diye hastaysak iyice iyileşmeden asla yanına yaklaşmazdık. Cereyanda kalmasın diye dikkat ederdim. Orhun'un sıkıntılı zamanlarında almıştık ve hakikaten ona iyi gelmişti. Daha Orhun'a söyleyemedim. O da aynı gün "seni rüyamda gördüm, sarılıyorduk" diye mesaj attı bana. Bakar mısınız? Çok şaşırdım, bir şey de diyemedim. 1-2 hafta sonra tatil için eve gelecek, gelmesine yakın hasta olduğunu, kendini hazırlamasını söyleyeceğim herhalde. 
    Ben hüngür hüngür ağlarken, sonradan gelen bir başka veteriner "köpek alın, köpek daha uzun yaşar, iyi arkadaştır" demez mi? "Bir daha asla evcil hayvan almam" dedim. Bir miktar üzerime geldi. "Şu ufacık hayvanda ne hale geldim, ben böyle şeyleri kaldırmakta zorlanıyorum" dedim. Kadın "çok yanlış" dedi. Kadına "şu an sizinle bunu tartışacak durumda değilim görmüyor musunuz?" demek aklıma gelmediği için kendi kendime çok sinirleniyorum. Evcil hayvanını henüz kaybetmişken daha uzun yaşayanı tavsiye etmek bir kere en baştan duyarsızca bir  hareket. Ayrıca huyumu bildiğim için, kendimi sorumluluğumdaki herkese, her canlıya karşı çok hırpaladığım için evcil hayvan düşünmüyorum. Bunun neresi yanlış? Hayvanları çok severim, asla zarar görmelerini istemem, imkanım olduğunda yardım ederim. Dışarıda belirlenmiş yerlerde ortam müsaitken kedilere mama bırakıp, dokunamadığım için hızlıca uzaklaşırım. Korktuğum halde yaparım bunları, korkumu belli etmemeye çalışırım. Ama evine almak bambaşka bir şey. Onunla kafayı yiyeceğime eminim. Herkese göre bir şey değil ki bu. Dünden beri ne hissettiğimi ben bilirim. "Abartma, sakin ol" diye diye zor frenledim kendimi ki şu an şunları yazarken bile ağlıyorum. Kadın bir de gelmiş bana "çok yanlış" diyor. Zor durumda bir hayvana yardım etmediğimi görürsen yanlış dersin, hayvanları sevmiyorum desem yanlış bulabilirsin ama "zarar gördüklerinde psikolojik olarak kaldıramıyorum" dedim diye yanlış diyemezsin. 
    Böyle işte. Sinirim bozuk. Sitenin bahçesine gömdük Grayboy'u. Bir kağıdı kalp şeklinde kestim ve üzerine "bize yaşattığın mutluluk için sana teşekkür ederiz Grayboy" yazdım, onu da ekledik yanına. O ufacık şey gerçekten mutlu etmişti bizi.  







4 Aralık 2017 Pazartesi

Saklama Rehberi

                                          

  Besinlerin kullanım ömrünü nasıl uzatabileceğinizi biliyor musunuz? Peki ya onları ne kadar uzun bir süre boyunca saklayabileceğinizi? Eğer siz de benim gibiyseniz, birkaç temel gıda dışındaki hiçbir besin için net bir fikriniz olmadığına eminim. En basitinden, sizce elma ne kadar bir süre saklanabilir? Lezzetini, sertliğini ve tazeliğini yitirmemesi için ne yapmak gerekir? Oturup her besin maddesi için internette araştırma yapmanıza gerek yok: http://saklamarehberi.com, tüm bu bilgilere tek bir kaynaktan ulaşmanızı sağlıyor.

  Türkiye’nin ilk ve en büyük derin dondurucu üreticisi olan Uğur Soğutma tarafından hazırlanan (ve tamamen ücretsiz şekilde kullanılabilen) sitede; hamur işleri, süt ürünleri, meyveler, sebzeler ve et ürünleri ile ilgili merak ettiğiniz her bilgi yer alıyor. İlk olarak, tüm bu besinlerin ideal kullanım sürelerinin ne olduğunu, daha sonra da bu kullanım süresini nasıl uzatabileceğinizi öğreniyorsunuz. Tahmin edebileceğiniz gibi, derin dondurucu kullanmak tüm gıda maddelerin daha uzun süre dayanmasını sağlıyor. Ancak, örneğin karidesi derin dondurucuda saklayabilir misiniz? Peki ya yazın aldığınız, lezzetli ve sulu bir karpuzu derin dondurucuya koyup, kışın yiyebilir misiniz? Tüm bu soruların ve çok daha fazlasının cevaplarını Saklama Rehberi web sitesinde kolayca bulabiliyorsunuz. Hepsi bu kadar değil: Sitenin “Alternatif Bilgiler” bölümünde, evde kolayca hazırlayabileceğiniz birbirinden lezzetli tarifler yer alıyor. Evde nasıl mocha yapabileceğimi, meyvelerin kararmasını nasıl önleyebileceğimi, hatta unsuz kekin nasıl yapılacağını bile öğrendim. Laf aramızda, kot pantolonların derin dondurucuda temizlenebileceğinin de haberdar oldum! (Kotu fırçaladıktan sonra bir poşete koyup derin dondurucuda 1 gün boyunca bekletiyorsunuz.  Şaşırtıcı, değil mi?)

  Türkiye’nin ilk gıda saklama rehberi olan http://saklamarehberi.com, beni şaşırtacak ölçüde bir içeriğe sahip ve her birini okumaktan büyük keyif aldım. Eğer sizin de bir derin dondurucunuz varsa, bu siteyi muhakkak ziyaret etmelisiniz. Derin dondurucunuz yoksa bile gıdaları nasıl daha sağlıklı tüketebileceğinizi, ne kadar uzun bir süre boyunca saklayabileceğinizi ve basit, pratik, lezzetli tarifler ile ipuçlarını Saklama Rehberi web sitesinden öğrenebilirsiniz.
Bir boomads advertorial içeriğidir.







3 Aralık 2017 Pazar

DÜNYANIN DERDİNİ ESERLERİNE SIĞDIRAN ADAM... AI WEIWEI...

    Sabancı Müzesi yine etkileyici bir sergiye ev sahipliği yapıyor. "Ai Weiwei / Porselene Dair" isimli sergi aslında 12 Eylül tarihinde açılış yaptı, ancak ben henüz görebildim. Dün lodosla ısınmış İstanbul havasını değerlendirelim dedik ve Emirgân yollarına düştük. Her zaman fazlasıyla keyif aldığım Sabancı Müzesi'nde yine bir ustanın eserleriyle buluşmak bana çok iyi geldi. 
    Çin'in asi ve çok yönlü sanatçısı Ai Weiwei, dünyanın haksızlığını eserlerine sığdırmayı başaran bir usta.  Onun çalışmalarını izlerken "Neden?" diye sormamak ve insanlığından utanmamak imkânsız. Porselen çalışmalarının görüldüğü İstanbul sergisinde Weiwei'in hayat hikâyesine ve Çin hükümetiyle yaşadığı sorunlara odaklanılmış. Örneğin, bir soruşturma sırasında darp edilmesiyle yaşadığı kafa travmasının röntgenini porselen bir tabağa aktardığını görüyoruz.

    Meraklanıp soruşturmanın nedenini okuduğumuzda 2008 yılında Çin'de yaşanan bir depremde okul binalarının altında ölen çocukların sayısının açıklanmamasını kafasına taktığını öğreniyoruz. Blogu aracılığıyla halkı örgütlüyor, olumlu bir sonuca ulaşıyor, ancak o arada hapis hayatına kadar uzanan epeyi bir sıkıntı yaşıyor. Fakat asla vazgeçmiyor. Sanatçının politik duruşu olması gerektiğini savunan Ai Weiwei, insan hakları savunucusu sıfatıyla dünya üzerindeki her haksızlığa karşı çıkmayı bir görev biliyor. Sığınmacı sorununu işlediği Odysseia çalışmasının yer aldığı bölümden ayrılamadım. Aniden oraya ışınlanan biri ilk bakışta geleneksel Çin vazolarıyla karşılaştığını zannedebilirdi, ta ki üzerindeki motiflerin medyadan aşina olduğumuz sığınmacı ailelerin görüntüleri olduğunu anlayana kadar. 

    Video, fotoğraf, film çalışmaları da bulunan sanatçının İstanbul'daki sergisi porselen üzerine ancak bahsettiğim alanlardan tadımlık çalışmalar da görebilirsiniz. Anlatılmaz yaşanır bir sergi bu. Ai Weiwei, karşı çıkılması gereken, düzeltilmesi umut edilen toplumsal sorunları sanat aracılığıyla yansıtma ustalarından biri ve benim bu anlamda sonsuz saygı duyduğum, 
"İyi ki varlar" listeme eklemiş olduğum bir isim. Henüz görmediyseniz ve fırsatınız varsa 
28 Ocak 2018 tarihine kadar sürecek olan bu sergiyi kaçırmayın derim. Çarşamba günleri serginin ücretsiz gezilebileceğini eklemek isterim. Yok ben gidemem, bu adamı da tanımıyorum ama tanımak isterim diyenler için de "Ai Weiwei: Never Sorry" (Ai Weiwei:Asla Pişman Olma) isimli belgeseli tavsiye ederim.  
"Özgürlük İçin Çiçekler". Çiçeklerin hikâyesi de bambaşka. Anlatmakla bitmeyecek ayrıntılar...