10 Mart 2025 Pazartesi

BUGÜNLERDE...

     Bir süredir maddi manevi telaşlardaydım dostlar. Annem Kuşadası'na taşındı. Bildiğin şehir değiştirdi. 
Fiziken ve ruhen çok yoruldum. Yıllardır buraya yerleşmek istediğini söylüyordu. Hem kendisinin büyüttüğü torununu bırakmak istemediği için hem de iyi düşünmesi adına onun önüne sorular çıkardığımızdan ve pek desteklemediğimizden eyleme geçemiyordu. Yeğenim büyüdü, üniversiteye başladı. Annem Kuşadası konusunu yeniden gündeme getirdi. Bu arada devamlı surette kendi yaşadığı apartmanı kötüleyip illallah dedirtti. 
"Bana yakın gel" dedim, kabul etmedi. "Büyükçekmece'de ev tutalım, orası da sakin, orası da sahil kasabası gibi, hem bize yakın" dedim, istemedi. Konuya mesafeli oluşumun başlıca nedeni, kendimi bildim bileli annemin her şeyden şikâyet etmesine ve kendini her daim bahtsız görmesine dayanarak, yeni bir hayat beklentisiyle gittiği yere aynı ruh halini götürüp bir süre sonra pişman olursa korkusuydu. Bir-iki senedir aklım bu konuyla meşgûldü. 
Biraz da yaşla birlikte gelen sorgulama halleri sayesinde düşündüm de düşündüm. Düşünceler geniş bir alana yayılmaya başladı. Geçmişe gidiyordum, bugüne dönüyordum. Anneanne ve teyze de giriyordu işin içine. 
Nasıl yetiştirildim, en önemlisi kendimi nasıl yetiştirdim gibi konularda vardığım sonuçları burada uzun uzun anlatamam. İddia ediyorum tüm analizlerimi ve vardığım sonuçları, hislerimi orta kalınlıkta bir kitapta toplayabilirim. Louis Althusser'in hayatını didik didik ettiği "Gelecek Uzun Sürer"i kadar kalın bir kitap olmasa da en azından onun yarısı kadar sayfa kullanabilirim ve tıpkı onun gibi anlamca yoğun bir anlatı oluşturabilirim. 
O kadar dolmuşum yani. Daha doğrusu dolmuştum. Şimdi daha iyiyim. 
    İşin özü şu ki ben hep annemin annesiydim. Çocukken de böyleydi. Annem mutsuzdu, hastaydı, mutsuz yaşamının sebebi ona göre tamamen çevresindeki insanlardı. Ben onun dert ortağıydım. Kardeşimi de beni de çok sever. Bizi sevgiyle büyüttü. Hep öptü, kokladı. Öyle ki yaşıtlarımdan imrenenler, kendi anne ve babasıyla anlaşamadığı için bana bunu hatırlatanlar oldu. Ama işte işin bir başka yanı daha var. Anne anne olmalıdır, baba da baba. Anne ve baba çocuğuna rehber olmalıdır. Gerektiğinde katı olmayı bilmelidir. Güçlü durmalıdır. Annem sanki onun arkadaşıymışım gibi her derdini her sıkıntısını bana anlatırdı. Sadece güncel olanları değil, eskiye de dönük her şeyi ağlaya üzüle anlatırdı. İçten içe üzülürdüm tabii. Ve onu ben de üzmemek adına hep ağırbaşlı bir çocuk oldum. Orta birinci sınıfta Türkçe öğretmenimiz konusunu net hatırlamadığım bir kompozisyon istemişti bizden. Ben de annem için ne kadar üzüldüğümü anlatmıştım. "Anneannem şöyle üzüyor annemi, babam böyle üzüyor. Zaten hasta" diye baya bir dökülmüştüm. Tabii öğretmen annemi çağırdı. "Kızınız çok hassas" demiş. Yani bugünkü aklımla düşündüğümde diyebilirim ki öğretmen "Dikkat edin, kendi hayatınızın sıkıntılarını çocuğunuza yansıtmayın" demek istemişti. Annem hiç üzerine düşünmeden, sen bunları kafana niye takıyorsun demeden, yine bana olağan bir şekilde anlatmıştı. "Öğretmenin senin için hassas dedi" demişti. Belki hiç konuyu açmasına gerek yoktu, sadece kendi tavırlarını düzeltmesi gerekiyordu. Çok ağlardı bir de. Hâlâ çok ağlar. Her şeye ağlar. O yüzden ben ağlayamam. Ağlamayı güçsüzlük sayarım. Velhasılıkelam kendimi her daim anneme karşı sorumlu hissettim. 
O da beni iyice bazen anne, bazen arkadaş yerine koyarak tamamen benim yörüngemde hareket etmeye başladı. Bence ben annemin yörüngesinde olmalıydım. Çocukluktan beri ben ne dersem o oldu, ben ne dersem dinlendi. Enteresan şekilde babam da bana sonsuz güvenirdi. Olgunluğum, akıllılığım işlerine geldi. Hep arkamdalardı, hep desteklerdi ama biraz da önümde olmalılardı. Ne kariyer yolunu çizerken fikir belirten oldu, ne 21 yaşında evlenirken "Erken değil mi kızım?" diyen. Dese de dinlemezmişim. Öyle söylüyor. Evliliğimden memnunum, erken anne olmanın olumlu yanları da var ama yine de erkendi işte. Keşke bir deneseydiniz. Sizi dinlemediğim, dikkate almadığım zaman haklı olurdunuz. Bugün bile özel günlerde annemde toplanılmaz biliyor musunuz? Bugün dedim ama hep öyleydi. Herkesi Sezer toplar, Sezer masalar hazırlar. Son yıllarda kardeşim de toparlar oldu ama annemde toplanılmaz. Fakat kendime yüklenmeyi azaltmaya başladım. Şu son bir-iki yıldır düşüne düşüne bir miktar tavır değiştirdim. Orhun'un uzun süren sağlık sorunları nihayet ve çok şükür ki düzeldiğinde kendimi dinler oldum. Kardeşim beni çok iyi anladı ve destek oluyor. Sevdiklerime karşı sorumluluğum baki, biz hep biriz ve beraberiz ancak en yakınım dahi olsa -çocuğum hariç- kimsenin kendine uygun gördüğü hayattan ben sorumlu olamam. (Hâttâ çocuğumunkini bile bir yere kadar kontrol edebilirim). Bu konudaki üzülmelerimi, kendimi faydasız kahredişlerimi minimuma indirmeye çalışıyorum. 
    Günün sonunda geldiğimiz nokta annemin şehir değiştirme isteğine destek olmaktı. En ufak bir fikir belirtmenin neticesi, konu hoşlanmadığı noktaya gelirse, pişman olursa "Seni dinledim" alt metinli "Sen öyle demiştin ya" cümlesi ile sonuçlandığı ve beni aşırı öfkelendirdiği için bir süredir kendimi alıştırdığım gibi "Sen bilirsin, ben her türlü kararında destek olurum" dedim. İnanın tüm bunların yaşlanmakla ilgisi yok. Hep böyleydi. "Sen bilirsin" dedim ama tabii ki kendi kendime durumu her açıdan düşündüm. Geçen yaz tatilini eşimle Kuşadası'nda geçirdik. Alıcı gözle bakmak istedim. Evet aman aman bir yer değil. Küçük bir kent gibi. Biraz kalabalık. Ancak annem belli bir yaşta olduğu için hastanesinin olması, market vs. alışveriş olanaklarının ulaşılır olması, yaz kış yaşanması önemliydi. Zaten annemin "Küçük bir kasabaya yerleşeyim, küçük bir bahçem olsun, ekeyim biçeyim, kafamı dinleyeyim" gibi hevesleri de yok. Hiçbir zaman doğa insanı olmadı. Birçok kıyı kentine göre ekonomik açıdan da uygun. Emeklisi bol. Kendisi sağa sola gitmez ama biz gittiğimizde gezecek görecek yerlere ulaşılabilir mesafede. Çevresi güzel. Dilek Yarımadası'nda deniz güzel. Epeydir inceliyorum, belediyesinin yaz-kış kendine has etkinleri iyi. En önemlisi ve kardeşimle benim açımdan içimizi bir nebze rahatlatan şey, annemin benimle akran olan arkadaşının yıllardır orada yaşıyor oluşu. Maşallah diyeyim, uzun yıllardır abla-kardeş gibi görüyorlar birbirlerini. Eğer o orada olmasaydı ağırlığımı koyardım ve gitmesini muhakkak engellerdim. 
    Öyle böyle derken yaklaşık iki ay kadar önce ciddi ciddi ev aramaya başladık. Bu sırada yeğenime sarılıp bol bol gözyaşı döktü. "Hem gitmek istiyorsun hem ağlıyorsun" diyeceğimi bildiği için bana karşı pek duygulanamadı. Zaten yeni sırdaşı Nisan. Yani yeğenim. Bana küçükken neler anlattıysa, nelerden dert yandıysa aynılarını ona da anlatıyor. O da üzülüp duruyor. Biraz uzaklaşmaları bu açıdan iyi olacak. Merkezde güzel bir daire bulduk. 
Ben önünün açıklığını, manzarasını, merkeziliğini, komşuların kimler olduğunu kontrol ettim; annemin önceliği pencere kolları, kapılar, yer karoları, duvarların rengi falandı. Eğer orada bir aydınlanma yaşamazsa sanırım balkonun keyfini en çok ben çıkaracağım. Sonra evi tuttuk. Uzaktan işleri halletmek çok zordu. Evde hâlledilmesi gereken şeyler vardı. Emlakçıyla arada gerildik, arada iyiydik. Kardeşim internetti, elektrik aboneliğiydi onları buradan halletti. Annemin tüm şifreleri, bilgileri senelerdir onda. "Ben telefonla konuşmayı sevmiyorum, ben resmi işlerden hoşlanmıyorum, beceremiyorum" dediği için normalde de kontrol genelde bizdedir. Sonra taşınma zamanı geldi. Evin beyaz eşyaları, yatağı, koltuğu, masası olduğu için (ve sıfırdan alınacağı için kabul ettiğimizden) kalan özel eşyaları bir tanıdığın geniş arabasına doldurduk, iki damat tam da en karlı günlerde yola çıktılar. Öyle denk geldi. Şöyle fena yağacak, böyle fena yağacak söylentileri olduğu için epeyi bir gerildik ancak tarihi önceden ayarlamıştık. Erkekler eşyaları bıraktılar, evin içinde onlara düşen işleri yaptılar. Annem ve ben bir-iki gün sonra gittik. İnce temizliği yaptırdık. Su aboneliğini orada hâlletmek zorunda kaldık. Nüfus müdürlüğüne gidip ikâmetgâh çıkardık. İnterneti bağlattık. Klozet musluğunun çalışmadığını gördük, tesisatçı bekledik vs.vs. vs. Yerleşmek yaklaşık bir hafta sürdü. İlk birkaç gün hava orada bile nasıl soğuktu anlatamam. Yine de her fırsat bulduğumda kendimi dışarı attım. Sonra sonra güneş çıkınca mutlu oldum, yürüyüşler yaptım. Hava birkaç gün içinde şundan şuna geçiş yaptı: 

   

   İşler biraz kolaylaşınca, hem fiziksel yorgunluğu hem de annemi orada bırakıp dönecek olmanın tedirginliğini atmak için günlerdir okuyamadığım kitaplara sığındım yine. Sabah erken kalkıp sakin kafelerde kitabımı okudum. 

   Eksikleri tamamlarken, gerekli alışverişleri yaparken çevre esnafla muhabbeti ilerlettim. Tanıdığımızın bile ayarlayamadığı tesisatçı işini fotokopi çektirirken sohbet sırasında sorup hâllettim. "Teyzeyi getirip tanıştırın, bir şey lâzım olursa söylesin" diyenler oldu. Aslında huyum değil sanıyordum ama küçük bir yere taşınırsam komşuluk müessesesine rahatlıkla dahil olabileceğimi fark ettim. Semt pazarına da gittim. Görmemiş bir İstanbullu sıfatıyla şu çiçekleri aldım: 

   Sanırım çiçeklerin fiyatı konusunda kazıklandım. "Olsun" dedim, "Gide gele alışırız". Bir başka tezgâhtaki satıcı kadın, elimdekileri görünce "Şu sümbül gibi olanların adı neymiş ki? Bizim bahçede hep çıkıyor. Yabani diye yolup atıyorum" dedi. Bence "Salak mısın bunlara para verdin? Çayıra çimene çıksan bulursun" demek istedi. Sümbüller fotoğrafta çıkmamış. 
    Sonra ben döndüm işte. Annem "Hayalimi gerçekleştirdim" dediği için bir yandan mutluyum, bir yandan bir süre sonra şikâyete başlarsa diye gerginim, çocuğumu merak eder gibi meraktayım. Hep birlikte alışmaya çalışacağız. Kendi kendini idare edebileceği kaç yılı varsa istediği gibi yaşamasını, memnun olmasını istiyorum. Belki orası ona iyi gelir. "Madem öyle, en olmadı bir sene denersin" dedik ama taşınmak berbat yorucu bir iş. O fikrimden vazgeçtim:) Ben ki istediğim hâlde taşınma işini göze alamadığımdan, satma ya da kiralama durumlarından gözüm korktuğundan yıllardır bir yere kıpırdayamıyoruz. Annem için resmen sınırlarımı zorladım. Dün oturdum telefonumdaki emlakçı, tesisatçı, kornişçi vb. herkesin numarasını sildim. Bu süreçte yıllık telefon görüşmesi kotamı doldurduğumu düşünüyorum.
    Belki fazla sitem ettim ama annemi tanısanız seversiniz. "Negatif dediğin kadın bu mu?" diye şaşırırsınız. 
Aile dinamikleri, anne-çocuk ilişkisi farklı durumlar malûm. Annemin de su gibi kolay akan bir hayat yaşamadığını biliyorum. Ancak hangimiz yaşadık ki? Şükürsüz bir insan olduğunu söyleyemem. Öyle değil. Farklı bir kafa. 
O yüzden, "Nasılsın?" diye sorunca bir kere bile "İyiyim" diyemeyen, demek istemeyen annemin artık "İyiyim kızım" demesini istiyorum. Kendim için de fazla takmamayı, her dediğinin altında bir şey arayıp iyi olup olmadığını sorgulamayı bırakmayı, iyiyim diyemiyorsa bunun artık doğalı haline geldiğini kabul etmeyi, herkesi olduğu gibi görmeyi diliyorum. Bir çocuk için annesinin huzurlu olduğunu bilmek o kadar önemli ki. 
     Toparlayıp olumlu yönleri öne çıkaracak olursam... Küçük yerde insanlara kibar yaklaştığın zaman kibar karşılık aldığını gözlemledim. İstanbul'da yaşayanlar öyle tuhaflaştı ki nazikçe lâf anlatmaya çalıştığım birinden "Öyle kibar kibar konuşarak beni ezmeye çalışamazsın" çıkışını duydu bu kulaklar. Her yerin iyisi de var kötüsü de ama yüksek sezon haricindeki sakin dönemler Kuşadası'nı daha yaşanır kılacaktır. Orada yaya geçidinde duran şoförlerin varlığı İstanbul'daki gibi tükenmemiş henüz. 
    Annem benim dönüşümden birkaç gün sonra devlet hastanesinden randevu alıp doktora gitti. Kalça ağrısı yürümesini engelleyecek kadar ayyuka çıktığı için gitmesi gerekiyordu. Gel gör ki doktora gitmeme huyu var. 
Biz burada devletten veya özelden ne zaman randevu alsak bir gün önce arayıp "Kızım çok fenayım, ben yarın gelemem" deyip iptal ettiriyordu. Orada, biraz da arkadaşının zorlamasıyla ve ona ayıp olmasın diye iptal etmemiş ve beraber gitmişler. Üstelik hemen randevu almışlar ve MR da hemen ertesi gün çekilmiş. Bu annem için -ya da belki bizim için- mucize gibi bir şey. Yarınlar adına umut verici. Belki de her şey güzel olur.
    Ve son olarak... Allah sağlık sıhhat versin, belli ki sık sık İzmir üzerinden Kuşadası'na gideceğim. Yaz gelince daha fazla denize gireceğim. Civar bölgeleri keşfedeceğim. Hani geçen sene blog dostlarımın kıl payı kaçırdığım İzmir buluşması vardı ya? Bu sene tekrarını talep ediyorum:) Ve Ege civarında kim varsa buluşma, görüşme tekliflerine de açığım:) 
    Çok anlattım, epeyi kafa şişirdim. Ne diyeyim? Hayırlı uğurlu olsun.






30 Ocak 2025 Perşembe

FAHRİ LATİN...

     Şu sıra Latin edebiyatına bir sardım bir sardım. Okumakla haşır neşir olmaya başladığım zamandan beri herkes gibi ara sıra Latin yazarların kitaplarını okurum ancak üst üste denk gelişi ilk kez yaşadım. Bu da beni şimdilerde bilinçli bir yola itti. Okumalar üzerinden oluşan ilgiyle Latin tarihine ve kültürüne de daha fazla dikkat eder oldum. 
    İlk önce Alberto Manguel'den "Kütüphanemi Toplarken"i okumuştum. Okuma ve yazma eylemine dair her ayrıntıyı merak ettiğimden bu tip kitapları çok severim.  Manguel, Arjantinli bir yazar. Farklı ülkelerde de yaşamış. Bu kitap, Fransa'dan taşınırken toparlamaya çalıştığı 35.000 kitaplık kütüphanesinin o sırada kendisine düşündürdüklerine dair. Yazardan okuduğum ilk eser değil. Bize yakın bir isimdir Manguel, Nazım Hikmet hayranıdır, Tanpınar'ın izinde şehirlerimizi gezip yazmıştır. 

    Kütüphanemi Toplarken'den Arjantin'e dair pek çok şey öğrendim. Aslında tanıdığım tüm Latin yazarların söylemlerinden bölge insanının okumaya ne kadar meraklı olduğunu gözlemlemiştim. Manguel de Arjantin özelinde şöyle diyordu:
    "Buenos Aires kurulduğu zamandan beri daima bir kitap şehri olmuştur. Tarih öğretmenimiz bize derste 
Buenos Aires'in bir kütüphaneyle birlikte kurulmuş olduğunu anlattığında duyduğum tuhaf gururu anlatamam". Hakîkaten kaşif Mendoza'nın yanında getirdiği kitaplarda hayalini kurduğu şehrin ipuçları gizliymiş. 
    Manguel, gençlik yıllarında, kitapseverlerin çok iyi bildiği Jorge Luis Borges'e sesli okumalar yaparak yardımcı olmuş. Genetik bir hastalık yüzünden orta yaşlarda görme yetisini kaybetmişti Borges. Onun "Borges ve Bellek" kitabı şu anda yanımda. Bu seri içerisinde sırasını bekliyor. Bu yazıda bahsettiğim tüm kitapları yeni almadığımı, bir süredir kütüphanemde olduklarını belirtmek isterim. Aslında elindekileri bitirmeden yeni kitap almayan ben, yaklaşık bir yıldır ipin ucunu kaçırmış ve özellikle sahaflardan aldıklarımı üst üste dizmiştim. İşte böyle küçük küçük gruplar oluşturmuşum farkında olmadan. Ya da belki farkında olduğumun farkında değilim. 

    Manguel'den sonra yine bir Arjantinli yazar Julio Cortazar'a geçtim. "Edebiyat Dersleri"ni okudum. Cortazar'ın 1980 yılında Kaliforniya Üniversitesi'nde verdiği sekiz dersin yazıya dökülmüş hâliydi. Ve şahaneydi. 

    Cortazar'ı öyküleriyle tanıyordum. Nitekim o da söz konusu derslerde Latin Amerika'da öykünün çok sevildiğini söylüyordu. "Her yerde böyle değil. Mesela Fransa'da böyle değil" diye ekleyerek. Öykü bekleyen bir okur kitlesi var ve Latin Amerika'dan çok fazla öykücü çıkmış. Bunun sebebini çok düşünmüş ama bulamamış Cortazar. "Tamam tembel olabiliriz ama edebiyat konusunda tembel değiliz" diyor. 
    Cortazar'ın metinleri oyuncaklı. "Fantastik" ona "Akşam sekizde bir çorba içmek kadar kabul edilebilir, olası ve gerçek" görünüyor. Oyuna inanıyor. Oyun oynamayı bilen okurlar olduğuna inanıyor. Yine Arjantin'e dair öğrendiğim bir bilgi olarak hafızama eklediğim eski bir çocuk şarkısının sözlerini öğretiyor okurlara: 
"Oyun oynamaya gitmek için kapıyı açmayı biliyorlardı".  
    Öyle böyle derken bir Buenos Aires seyahati hayâl etmeye başladığımı fark ettim. Borges'in de müdürlüğünü yaptığı Ulusal Kütüphane'yi görmek istiyorum, müzeleri ve kitapçıları gezmek istiyorum. Yol biraz uzun ama bence değer. Orhun'un Buenos Aires'te yakın bir arkadaşı var. Kız edebiyata, müziğe meraklı ve Orhun aracılığıyla bazen birbirimize kendi ülkemizden şarkılar, yazar ve kitap isimleri gönderiyoruz. Bu ara kabaran hevesimi bildiği için Orhun'a mart ayında dünyanın en büyük kitap fuarlarından birinin düzenlendiğini söylemiş. Bakalım, kısmet. Hangisinde okuduğumu hatırlamıyorum ama kitaplardan birinde "Buenos Aires İtalya'dır" deniyordu. 
Genç arkadaşımız da hakîkaten İtalyan asıllı ve kitapta okuyana kadar tarihsel altyapısını merak etmemiştim. 
Biraz araştırdım, teori ve pratiği birleştirdim, bilgiyi kalıcı hale getirdim. Yeterince uzatmışken tarih ve coğrafyaya hiç girmeyeyim. Kısacası sürekli öğrenmekten memnunum.
    Aslında Cortazar'ın meşhur kitabı "Seksek"i okumak lâzım. Ancak henüz bu kallavi ve yeterince oyuncaklı kitaba yeltenemedim. Onun yerine, şimdilik, Seksek'in içindeki bir parçadan doğan, hazır kütüphanemde de bulunan "62/Maket Seti"ni okudum. Bu deneysel bir roman ve ben bu deneye katılmaktan memnunum. 

    Juan, Helene, Polanco, Calac, Marrast, Celia... Kim bu insanlar? Hâttâ insanlar mı? Burası neresi? 
Ne sıra dışı akış, ne  bazen bir cümleye başlayan karakterle bitirenin aynı olmaması gibi oyunlar rahatsız etmedi beni. Su gibi okudum. Tüm karakterler bir bir aklımda. O zaman Seksek'i okumaya hazır olduğumu söyleyebilir miyiz?

    Ustaların yazma serüvenlerine başlamışken Gabriel Garcia Marquez'i çekiverdim kitaplıktan. 
"Anlatmak İçin Yaşamak". Bu kitabı da bir süre önce sahafta görüp almıştım. Otobiyografi sevmeyenleri bile içine çekebilecek, kurgusal roman tadında bir anlatıma sahip olduğunu söyleyebilirim ki Marquez'e de böylesi yakışır. 

    Marquez'in çocukluk ve gençlik yıllarını anlattığı kitabını okurken Netflix'te "Yüzyıllık Yalnızlık" gösterime girdi. Romanı yıllar önce okumuştum, büyük bir hevesle diziyi de izledim. Yüzyıllık Yalnızlık'taki Macondo'ya ilham olan Aracata kasabasını, Marquez'in ailesini elimdeki kitapla onun satırlarından okumak ve aynı anda ekranda vücut bulmuş hallerini görmek güzeldi. Bazen bu gibi durumlar hâyâl kırıklığı yaratır ancak ben diziyi sevdim. Marquez Yüzyıllık Yalnızlık'ı ekranda ya da beyazperdede görmeyi istememiş. Onun ölümünden sonra çocukları vermişler bu kararı. Tartışmaya açık bir konu. Bir yerde Marquez'in kendi kitabının ününden şikâyet ettiğini, kendi isminin dahi önüne geçtiği için rahatsız olduğunu okumuştum. Sebep bu ise yazarın biraz abartmış olduğunu düşünürüm. Ancak farklı duygusal sebeplerden dolayı dizi ya da film istememişse, çocukları epeyi iyi düşünmeliydi derim.
    Marquez Kolombiyalı. Diğer Latin Amerika ülkeleri gibi Kolombiya da her daim siyasi karışıklık içinde. 
Bu yüzden edebiyatta büyülü gerçekçiliği tercih ettiklerini, gerçeği dolaylı yoldan ifade ettiklerini biliyoruz. Gazetecilikle yola çıkan yazarın hayat hikâyesi çerçevesinde dönemin iç karışıklıklarına da bolca şahit oluyoruz. Sadece kişiye odaklı olmayıp dönem hakkında da anlatılar sunan otobiyografileri seviyorum. 
    Dikkatli okudukça Latin Amerikalı usta yazarların, dünyanın diğer ülkelerinde olduğu bizim yazarlarımızı da etkilediğini fark ediyorum. Örneğin, Marquez'in anılarından öğrendiğime göre eskiden Kolombiya Sucre'de "Pasquire" denen bir mektup biçimi varmış. Nereden, kimden geldiği belli olmayan bu mektuplar aniden ortaya çıkarmış ve bu mektuplarda belli kişiler hakkında dedikodular, iftiralar yer alırmış. Muhalefeti susturmak için devletin işi olduğu söylenen bu tip mektuplara İsmail Güzelsoy'un Rölanti Çıkmazı'nda da rastlıyoruz. 
Murat Gülsoy'un son romanı Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün'ü okurken de aklımdan devamlı Cortazar'ın geçtiğini hatırlıyorum. Büyülü Gerçekçilik'in, Latin Amerika öykülerinin, ardıllarına esin kaynağı olmaması mümkün değil.

    Ve Alejandro Zambra. İlk kez bir romanını okudum. "Eve Dönmenin Yolları". Resmen çarpıldım. O yumuşacık fakat ardında ne derin anlamlar gizli anlatımı beni mest etti. 

    Bu kez Şili'ye uzanmıştım. Orada da siyasi çalkantılar bol. Pinochet'nin baskısı altında huzursuz ülkenin bir de coğrafi deprem gerçeği var. İşte tüm bunların basit insanların hayatını nasıl etkilediğini, yormadan anlatıyor Zambra. Hissettiriyor. Bertaraf olmanın sıkıntısını hissettiriyor. Taraf olanın derdi zaten başından aşkın. Şöyle başlıyor roman:
    "Bir keresinde kayboldum. Altı ya da yedi yaşındaydım. Aklım başka bir yere gitmişti, birden annemle babamı kaybettim. Korktum ama sonra yolumu buldum ve eve onlardan önce vardım. Ama bence o akşamüstü asıl onlar kaybolmuştu. Çünkü ben eve dönmeyi biliyordum ama onlar bilmiyordu".
    İlk okuduğum sözcükler bunlardı, ne anlama geldiğini ancak kitabı bitirip kapağını kapadığımda anladım. Muhalif ailenin kızı Claudia'nın yanındayken ben huzursuzluk duydum adeta ve neden ondan farklı büyüdüğümü, kendi ailemi içten içe ben sorguladım. 
    Zambra'nın bu kitapta yaptığı bir şey daha vardı ki beni hayran bıraktı. Kahramanımız da bir yazardı, bazen onun yazmakta olduğu romandan satırlar okuyorduk ve onun kendi günlük hayatından ufak tefek şeylere metinlerinde nasıl yer verdiğine anında tanık oluyorduk. Zambra tam o an yaratıcı yazarlık dersi veriyordu bana kalırsa. 
Fazla uzun olmayan bir romanda epeyi anlam saklıydı anlayacağınız. Okudum ve hemen ardından iki kitabını daha aldım. Dilimize çevrilmiş olanların hepsini tamamlamayı düşünüyorum. 
    İşte böyle... Aslında son zamanlarda okuduklarımdan damıttığım ve devamında araştırarak öğrendiğim çok şey var söz konusu coğrafyaya dair. Şu an yeterince yazdığımı hâttâ uzattığımı düşünüyorum. Belki ara ara yine yazarım bir şeyler. Bizim Arjantinli genç arkadaşımız gidip görmeden bildiğim bazı ayrıntılara gülerek bana 
"Fahri Latin" payesini verdi bile:) İlgim malûm. Konuya dair tavsiyelere açığım efendim.






13 Ocak 2025 Pazartesi

GÜNCELLEME...

     

    Bir önceki yazıyla teknik bir konuda yardım istemiştim. Bilgilendiren blog arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Hakikaten takip ettiğim blog sayısının 200'ü geçmesiyle ilgili bir durummuş. Kontrol ettim ve 282 sayfa takip ettiğimi gördüm. Ben daha az bekliyordum açıkçası. Hemen bir elemeye giriştim. İlginç bir deneyim oldu:) 
Bir kere bu 282 sayfanın 10 -12 tanesinin "Gizli Blog" olduğunu fark ettim. Ben takibe aldığımda gizli durumlar yoktu. Bu şu demek mi oluyor? Bazı bloggerlar sayfalarını gizliye almışlar ve beni dışarıda mı bırakmışlar:) 
Bu bloglar hangileri ola ki?  
    Birçok blog haliyle Instagram'a kaymış. Özellikle hobi sayfaları. Destek için takip ediyordum, Instagram onlar için tabii ki daha iyi bir mecra olacaktır. Twitch'e geçen, isteyen beni oradan takip etsin diyen bile var. 
    Bazı bloggerlar hesaplarını mı kaptırmışlar anlamadım. Sayfayı açınca baştan sona yasa dışı bahis ve kripto para reklamı çıktı. Bazı sayfalar da güvenlik uyarısı verdi ve hiç açılmadı. 
    Kimi blogger tüm yazılarını silmiş. Sadece giriş sayfası kalmış. Tekrar dönüş yapacaklarını düşündükleri için olmalı. Kimisi tamamen gitmiş. "Bu blog artık yok, blog ismi boşta" minvalinde yazılarla karşılaştığım oldu. Kiminde ise blog kalkmıştı ancak isim hakkı boşta değildi. 
    Bir blogu açarken enteresan şekilde "Bu blogda uygunsuz içerik bulunmaktadır. Devam etmek istiyor musun?" yazısı çıktı. Şaşırdım. İlk defa karşılaştığım bir şey. E devam ettim tabii. Uygunsuz bir durum göremedim:) Muhtemelen "uygunsuz içerik" tanımına uyan bir kelime vardır diye düşünüyorum. 
    Bazı arkadaşların buraları bırakmasına üzüldüm. Ne güzel yazıyorlardı. Yüz yüze tanışmadığım kişilerden bahsediyorum. Bir de vakti zamanında bu mecrada tanıştığım ve dışarıda hâlâ görüştüğüm blog arkadaşlarım var. Yıllardır yazmıyor olsalar da onların sayfalarını bırakmaya kıyamadım. Kalsınlar bence. Bir de aramızdan ayrılanlar, kaybettiklerimiz var. Onların sayfalarını da silmeye gitmedi elim.
    Velhasılıkelam epeyi bir eleme yaptım. Çok dikkat ettim ama yanlışlıkla sildiğim arkadaşım varsa bana haber versin:) 
    Bir olayı daha böylece aydınlatmış olduk:) 200 takip sınırlamasını hangi gereklerle uyguladılar bilmiyorum ama bir yandan iyi de oldu sanki. Ciddi devam etmek isteyenler kendiliğinden düzenlemeye girişip google'ın işini kolaylaştırdılar gibi görünüyor. Bu mecrayı daha verimli kullanmanın yolu açılmış olabilir. Yakında toptan iptal etmezlerse tabii...





10 Ocak 2025 Cuma

HELP!

    Teknik bir konuda yardım isteyebilir miyim? :) Takip etmek istediğim herhangi bir blog sayfasında "İzleyiciler" kısmının altındaki "Takip Et" butonuna tıklıyorum fakat "Bu blog takip edilmedi" yazısı çıkıyor. 
Tek bir sayfa için geçerli değil, genel bir problem benim için. Neden? Ve bu durum nasıl düzelir?




30 Aralık 2024 Pazartesi

2024'ÜN ARDINDAN...

     Şöyle bir toparlama yapmadan 2024'ü uğurlamak istemiyorum. Bir süredir tuşlarına dokunmadığım bilgisayarımı bu sebeple açtım. Son zamanlarda yazmayışım tamamen tembellikten. Bu mecraya ait bir tembellik. Bazen oluyor öyle. Nasıl olsa dönüp dolaşıp geleceğimi biliyorum. 
    2024 enteresan bir yıldı. Yakın aile çevremizden eksilenler de oldu, hayatımıza girenler de... Bazen üzüldük, bazen sevindik, kimi sevdiklerimize pek şaşırdık. Evlilikler, ayrılıklar gördük. Sağlık konusu gündemimizi epeyi meşgûl etti. Büyük ameliyatlar, büyük hastalıklar atlatıldı bu sene. Tövbe estağfurullah, parmağı kopan bile oldu öyle söyleyeyim:) Yerine dikildi. Gülücük attım diye yadırganmasın, olayların olduğu sırada tedirginlik yaşasak da şu an her şey yolunda:) Doktora gitmemek için sonuna kadar direnen ben bile mecburen bu yıl fazlaca tetkikten geçtim. Var bir şeyler ama halledeceğiz. E yaş dolu dolu 50 oldu bu sene. Doğum günümde son derece içimden gelerek "Yaşamak o kadar zor ki iyi kötü bu yaşa gelmek, yarım asrı devirmek bir başarıdır. Kendimi çok takdir ediyorum, çok seviyorum" dedim, güldürdüm milleti. Espri yapmamıştım, net fikrim budur:)
Pastama "Bright" yazacaklarına "Bride" yazmışlar:)

    Yılın son zamanlarında babaannemi sonsuzluğa uğurladık. 97 yaşındaydı. İyiydi de aslında. 100 olmasını umuyorduk. "Sana 100. yaş partisi yapacağız" diyorduk. Hoşuna gidiyordu. Biz de hayalini kuruyorduk. Olmadı. Ardında güzel anılar bıraktı ve gitti. 
    Bu yıl hem eşimin hem oğlumun mesleki hayatlarında ani değişimler, yeni başlangıçlar oldu. Yeni kararlar alındı, ufak tefek kalp çarpıntıları yaşandı. Dengeyi sağlamak yine bana (kadınlara) düştü. İşler rayına yeni yeni oturuyor. Umuyorum 2025 yeni başlangıçların güzel etkileriyle ilerleyecek. 
    Bu sene önceki yıllara göre daha az seyahat ettim fakat olanlar gayet keyifliydi. 10 yıl aradan sonra okyanusu tekrar aştık, Amerika'ya ulaştık. Yolculuk bu kez farklı bir bölgesine, Boston'aydı. Güzel bir şehir. Üniversitesi bol malûm ve dolayısıyla genç nüfusu da bol. Harvard Üniversitesi'nin turistlere açık bölümünü gezdik, aynı kurumun Sanat Müzesi'ni ve Doğal Tarih Müzesi'ni gezdik. Harika şeyler gördük. Okulun yer aldığı bölgede dünyanın her yerinden gelen; kafede, bahçede, parkta ders çalışan öğrencileri görünce asla olmayacak hayallere kapılıp "belki başka bir evrende burada okumuş bir Sezer vardır" diyerek kendimi avuttum:) Ciddi anlamda imrendim o öğrencilere. 

    Bol bol sergi ve müze gezdim bu yıl. Konserlere gittim, tiyatro oyunları izledim. Birçok söyleşiye katıldım. 
Yeni insanlar tanıdım. Özellikle yazdan bu yana, yılın ikinci yarısı bu anlamda dolu dolu geçti. Ancak büyük çoğunluğunu burada paylaşamadım ve bunun için kendime çok kızdım. 

    Güzel buluşmalar da oldu. Yeni tanışıklıklar yaşadığım gibi, tanıdığım ancak yüz yüze ilk kez görüştüğüm dostlar mutlu etti beni. 2025'te buluşmaların sayısını arttırmak dileğindeyim. 
     İyi kitaplar okudum. Kitaplar bana yoldaş olmaya devam ediyorlar. Üzüldüğüm, kızdığım, kabuğuma çekildiğim her zaman yanımdaydılar. Okumayı gönülden seven biri kendini asla yalnız hissetmeyecektir. Şu sıra ne okuduğumdan bahsedeyim madem. Yılı Gabriel Garcia Marquez'in otobiyografik kitabı "Anlatmak İçin Yaşamak" ile bitiriyorum. 
    Sürprizli bir yıldı 2024. Yüreğimi hoplatan olaylar bana göre fazla olsa da her şey bir şekilde rayına oturdu, oturuyor. Günün sonunda iyi anları hatırlamaya meyilli bir insan olduğuma şükrediyorum. Bu yılı da çoklukla olumlu anacağım. 2025 senesi de hoş gelsin. Hepimize güzel sürprizler getirsin. Herkese mutlu yıllar diliyorum!
    
    
    

31 Ekim 2024 Perşembe

TASARIMCININ NOTU...

     Muazzam bir sergi gezdim. Salt Beyoğlu'nda düzenlenen "Tasarımcının Notu"... Okumayı bilmezken dahi kitapları eline alıp inceleyen, okur olduktan sonra bu eylemi daha bilinçli şekilde gerçekleştiren biri olarak çok etkilendiğimi söylemeliyim. 

    Sergi, ülkemizde 20.yüzyılın son çeyreğindeki inişli çıkışlı siyasal ve toplumsal ortamın yarattığı etkinin yayıncılık özelinde grafik tasarım işlerini nasıl şekillendirdiğini anlatıyor. Yaklaşık iki saat her kitap kapağını inceledim, her bilgilendirmeyi okudum. Genel anlamda yakın tarihimize dair anılar üzerinden değerlendirmeler yaptım, düşündüm. Özel anlamda ise 80'li yıllara ait kitapları babamın kütüphanesinde gördüğüm, yaşım gereği anlamasam bile hevesle okumaya çalıştığım günler geldi aklıma. 90'lardaki seçimler artık bana aitti. Onlar da ayrı etkiledi. Erkal Yavi, Bülent Erkmen, Sait Maden, Savaş Çekiç ve işlerini görünce anında tanıdığımız daha birçok grafik tasarımcı; Cem Yayınevi, Adam Yayınları, Hür Yayın, De Yayınevi, Ayrıntı, Metis ve daha pek çoğu bu sergide. Okuma yolculuğumuza eşlik eden kıymetli yazarlarla birlikte... 

    Günümüzde dijital ortamda yapılan kitap kapağı tasarımları bir zamanlar aşağıdaki fotoğrafta görüldüğü gibi yapılıyordu. Dinazor olarak anılmak istemem fakat bence böylesinin ayrı bir kıymeti var. Fikri emeğin yanı sıra yol alan el emeğini gözardı edemem. 

    Geçmiş zamanın özenli çalışmaları dikkat çekici birer hoşluk olarak sergi alanının zeminine de yansıtılmış. 

    Tasarım işi özen ister. Her alanda iyi bir tasarım kopyala-yapıştırdan ibaret olmamalıdır. Bilgi, birikim, gözlem, yaratıcılık ister. Bu anlamda Sevim Burak kitaplarının Bülent Erkmen tarafından yapılan kapakları iyi örneklerdir. Zira Sevim Burak, yazılarını odasındaki perdeye iğnelemektedir. Böylece gözünün önünde olan yazılara eklemeler yapar, kimi yazıyı çıkarır. Bunu bilen Bülent Erkmen, kapak tasarımına birer iğne iliştirmiştir. Ve bu ayrıntı biz okurları mest eder. 

    Aziz Nesin, benim de tanık olduğum bir dönemde en çok kitabı basılan yazarlardan biridir. Defalarca tekrarlanan her baskı için ayrı bir tasarım istediğini ben bu sergide öğrendim. İyi yapmış. 

    Çok hoş başka hikâyeler de var. İşlerini pek beğendiğim Savaş Çekiç "Bob Marley Raggae" kitap kapağıyla ilgili şunları anlatıyor:
    "1984 Şubat ya da Mart ayıydı, ciddi kar yağmıştı. Ben de o dönem Cemalettin Mutver'in yanında çalışıyorum Harbiye'de. Kardan ötürü toplu taşıma iptal olmuş ama Bob Marley Raggae kapağını götürmem gerekiyor yayınevine. Kapak için Bob Marley portresini guajla siyah-beyaz çalışmış, arkasına da pistoleyle renkli bir Jamaika bayrağı yapmıştım. Orijinali güzelce sarıp yanıma aldım. Karın altında Harbiye'den Tünel'e yürüdüm, oradan da Cağaloğlu'na çıktım. Yayınevinde dosyayı açınca illüstrasyonda bayrağın üzerinde kardan ötürü lekeler oluşmuş olduğunu gördük. Guajın kimyasından dolayı o lekeleri kapamak da mümkün değildi. Bir süre ne yapsam diye düşündüm. Sonra pencereyi açıp bütün illüstrasyonu karın altına tuttum. O zaman lekeler bütün yüzeye yayıldı ve görsel açıdan çok daha lezzetli bir şey ortaya çıktı". 

    İstanbul dışındaki blog dostları için birkaç görsel daha paylaşayım. İstanbul'da yaşayan ve sergiyi merak edenler için mutlaka ziyaret etmeleri yönünde tavsiyede bulunayım. 








    "Tasarımcının Notu" okumadan yapamayan, görsel iletişimle ilgilenen ya da sadece bir dönem Türkiye'sini anlamak isteyen herkesi tatmin edecek muazzam bir sergi olmuş. Bu noktada, günümüze daha yakın örneklerin de bulunduğunu belirtmek isterim ki eksik kalmasın. Ben daha çok eskilere takıldım sanırım. Salt Beyoğlu'nda "Tasarımcının Notu"nu görmek için son tarih 2 Şubat 2025.






30 Eylül 2024 Pazartesi

GÜZELİM ESKİŞEHİR...

     Geçtiğimiz hafta annemle iki günlüğüne Eskişehir'e gittik. Nurşen Öğretmenim'i kısa süreyle kaçırmışım :) (Leylak Dalı) Yakın zamanlarda aynı yerlerde gezmişiz. Onun Eskişehir yazısını görünce ben de bahsedeyim o zaman dedim:) Zira bundan bir önceki Eskişehir gezisini anlatmamıştım ve aklımda kalmıştı.  O ziyarette de Orhun'laydık ve çok eğlenmiştik. Yazının ikinci yarısında biraz bahsederim. 
    Nurşen Öğretmenim'in de dediği gibi "Bir kez daha Eskişehir". Ara ara gittiğim bir yer. Yanımda dönüşümlü olarak eşim, annem, kardeşim. Orhun'la bir kez denk geldi. Her biriyle şehri ayrı değerlendiriyoruz çünkü Eskişehir buna açık, çok yönlü bir kent. Sanat isteyene sanat, eğlence isteyene eğlence; yemyeşil parklar, kafeler... Hem genç, hem olgun. Hem eski hem yeni. Öğrenciler ve turistler tarafından çokça tercih ediliyor ancak kaotik değil. Resetlenmek için kaçtığım noktalardan biri. Çok gittim geldim, az bahsettim. Yine detaya girmeyeceğim, biraz fotoğrafla ilgi çekeyim. Gerçi reklama ihtiyacı yok. Benim gibi sık sık yolunu düşüren ya da ilk fırsatta düşürmek isteyen, tanıyan, bilen çok. Tarihi ya da yeni müzelerini layığıyla gezip bitirebilmek için bile bir gün yetersiz kalacaktır. Bu yazının da yetersiz kalacağı gibi... 

    Efendim, bir perşembe günü düştük yola. İstanbul-Eskişehir yolculuğunun en keyifli yanlarından biri trenin tercih edilebilir olması. İstanbul'dan yola çıkıp üç saat sonra hedefe varıyorsun. Yanımda illâ bir kitap oluyor ancak genelde gözümü camdan ayıramıyorum. Bir de ne kadar "Dikkatimi manzaraya vereceğim, her zaman trenle yolculuk yapmıyorum ki" desem de illâ bir sohbet muhabbet oluyor trende:) Eş, anne, kardeş, evlat, artık kiminleysen çeneler bir düşüyor. Hem dışarıyı izliyorum, hem muhabbet ediyorum. Kitabım da benimle gezmiş, hava almış oluyor. 


    Eskişehir'in en çok müzeleri, kitapçıları ve kafeleri ilgimi çektiğinden bu zamana kadar parklarını gezmemiştim. Porsuk kıyısında takılmak, Odunpazarı'nı arşınlamak ya da caddelerde yürüyüş gibi açık hava etkinlikleri her zaman olan şeyler ancak Sazova Parkı'na gitmemiştim. Artık takvimsel olarak kışa doğru yaklaşıyor olduğumuzun psikolojisiyle Eylül ayındaki güneşli ortamı kaçırmayalım dedik ve bu kez neredeyse tüm günümüzü Sazova Parkı'na ayırdık. Tabii öncesinde çi böreklerimizi yemeyi ihmâl etmedik:) 
    Tam ismiyle "Sazova Bilim Kültür ve Sanat Parkı". Akvaryumuyla, bilim müzeleriyle, masal şatosuyla, daha pek çok etkinlikle çocuklar için bir cennet gibi. Tabii biz daha çok çocuklara hitap eden bilim müzelerine, akvaryum ve hayvanat bahçesine girmedik. İsteğimiz park havasını almaktı. Öyle de yaptık. Açık alanlarına bayıldım. 
Neden daha önce gitmediğimi sorguladım. Gerçi bunda genelde ya çok sıcak ya da serin havalarda Eskişehir'de olmamızın etkisi vardı. Zaman bu zamanmış. Bu Eylül'ün aktivitesi olarak Sazova'da harika bir gün geçirdik. 

    Daha girerken parka gösterilen özeni anlıyorsun. Portatif kafeler ve hediyelik standları öyle sevimli bir düzen içinde ve tertemiz duruyorlar ki iç açıyorlar, göz yormuyorlar.

    Bol bol yürüdük, yoruldukça banklara oturduk dinlendik, harika göl manzarasına karşı bir şeyler içtik. 
Çocuk değiliz dedim ama bu her noktadan görünüp bize göz kırpan Masal Şatosu'na girmemize engel olmadı:) 
Gezi trenine de bindik. Tren istasyonunun güzelliğine bakar mısınız? 

    Ve diğer fotolar... Abartmadık ama fotoğrafa da bir miktar vakit ayırdık. 



    Masal Şatosu'nun seyir terasından, azıcık benim de göründüğüm bir fotoğrafı da ekleyeyim. Merdivenleri göze alanların çıkması lâzım. Parkı seyretmesi gerçekten çok hoş. Prenses kostümü giymiş heyecanla şatoya koşturan kız çocuklarını fark etmek de... 

    Bu da içeriden bir prenses. Rapunzel... Yani ileride çilesi bitecek ve prenses olacak hayırlısıyla:) 

    Sazova, düzenli Avrupa kentlerinin ya da yeşile önem veren diğer büyük ülkelerin parkları gibi özenli ve temiz. Belli ki ziyaretçiler de bunun bilincinde. Ülkemizde pek çok yeşil alanda tanık olduğumuz değerbilmezlik burada yok. Şehrin caddelerinde de aynı özen korunuyor gibi. Ve biliyorsunuz, romantik şehirler kategorisinde sayabiliriz, Eskişehir'in ortasından da tramvay geçiyor.

  


   Okullar açıldı malûm. Şehrin sokaklarını öğrenciler doldurmaya başlamış. Yeni gelenlerin, ilk sınıf öğrencilerinin heyecanı belli. Zamanla alışacakları kentin ilgi çekici noktalarında selfi çekip duruyorlar:) Hepsinin yolu açık olsun. Onların ve yerli turistlerin takıldığı kitap-kafelerden biri olan Adımlar'da vakit geçirdim yine. Otelimiz hemen onun karşısında, Porsuk üzerindeki minik bir köprü aşımı uzağındaydı. Otel konaklamalarını seven insanlardan olan annemi akşam yemeğinden sonra odada bıraktım ve Adımlar'a kahve içmeye çıktım. 
Tabii ki hatıra kitabımı satın aldım. Kahvemi yudumlarken John Berger'ın çok sevdiğim yazılarına daldım. 

    Zaman olarak kısa, keyif olarak yoğun geçen Eskişehir gezimizi kasmadan, aylaklık ederek, sakin sakin yürüyüp ilgimizi çeken her yerde duraklayarak tamamladık. Cumartesi gününe denk gelen dönüşümüzü uygun bir saate aldık ki akşam oynanacak Fenerbahçe-Galatasaray maçına yetişelim. Maç günü öğleden sonra trenle Kadıköy'e ulaşmak biraz heyecanlı oldu:) Eskişehir'in düzenli ve yeterli kalabalığından sonra ilk anda bir bocalama durumu yaşasak da İstanbul'un keşmekeşine alışık bünyelerimiz hemen toparlandı ve duruma uyum sağladı. Şimdi hafızamızda güzel bir Eylül seyahatinin hatıraları var. Bunları bir önceki gezinin anılarıyla harmanlayayım. 
O zaman yazmak isteyip de yazamadığımı belirtmiştim. Bir parantez açmış olayım. Onlar da 2023'ün ocak ayına ait görüntüler ki Eskişehir kışın epeyi soğuk olsa da yine keyifli yine keyifli.
    Mesela, o zaman gidip gelip Karakedi Bozası içmiştik. Gördüm ki Eskişehir'de millet İtalyan'ların evine giderken ayak üstü espresso içmeleri gibi gelip gidip boza içiyor. Biz de öyle yaptık:) Bozayı severim. Karakedi yılların bozacısı. Bu şehre özgü. Vefa'dan biraz daha farklı. Ben seviyorum. 

    Bu şehre özgü işler yapalım derken Pino'dan hamburger de yedik. 1978'de açılan burgercinin Türkiye'de ilk olma iddiası var. Onu bilemiyorum ama Eskişehir'in ilk burgercisi olduğunu ve kentin yerlilerinin ortak hafızasında yer aldığını biliyorum. Ortak hafıza demişken tam bu noktada enfes bir kitap önermek isterim. 

    Yaklaşık iki sene önce alıp okuduğum "Avare Adımlarla Eskişehir" kitabı beni bu kente dair fazlasıyla bilgilendirmişti. 60'lı yıllardan beri Eskişehirli olduğunu söyleyen yazarı Prof.Dr.Levend Kılıç'ı AÖF İkinci Üniversite kapsamında Görsel İletişim Tasarımı öğrencisi olduğum için tanıyordum. Daha doğrusu canlı dersleri veren her öğretim üyesi onu muhakkak anlatıyordu. Anadolu Üniversitesi GSF'de "Hocaların Hocası" durumu yani. Çok sevildiği belliydi. Ben de yazdığı tüm kitapları edindim.  Ne yazık ki yaklaşık iki hafta önce vefat etti. Takip ettiğim her öğretim görevlisi kendisinden yine büyük bir saygıyla, sevgiyle bahsettiler. TEGV'nin de ilk yönetici üyelerinden biri olması sebebiyle birçok haberde yer aldı. Ardında faydalı izler bırakmak ne güzel. Açık öğretim sisteminin de koordinatörlerindenmiş ve ben de onu bu vesileyle tanımıştım. Onun akademik kitaplarından farklı olan Avare Adımlarla Eskişehir'i okuyup, bir de geçmişe ve bugüne dair öğrendiklerimle, farklı bir gözle gezmiştim bu kenti. Mekânı cennet olsun. 

    Bir müzeler kenti olan Eskişehir'de her birini layığıyla gezmek için bir günün yeteceğini düşünmüyorum. 
Ben yıllar içinde o anki isteğime göre seçerek ziyaret ettim her birini. En sevdiğim, en yenilerden biri olan OMM'dir. Yani Odunpazarı Modern Müze. Görmeden dönülmez. Biz de öyle yapmıştık.

    Bir önceki seyahatte yeni açılmış bir müzeyi daha ziyaret etmiştik. Kendisi yeniydi ama konsepti gelenekseldi. 
Eskişehir Hamam Müzesi. 

    Yeraltı suları bakımından zengin bir bölgede yer alan ve dolayısıyla hamam geleneği de olan kent açısından iyi düşünülmüş bir müze. Çok sevdik, ilgiyle gezdik. Bölgenin sıcak yeraltı kaynaklarının tarihini anlatan video gösterimini de izledik. Ortam buram buram beyaz sabun kokuyordu, dışarıda hava çok soğuktu. Huyumuz değildir ama canımız hamama gitmek istedi. Hemen bir araştırma yaptık. Yakınlarda yüksek puanlı bir hamam seçtik:) Akşam üzeriydi. Kadın bölümleri kapalıymış. Bizim gibi o saatte gelen bir kadıncağız nasıl kızdı. Almanya'dan geliyormuş, heveslenmiş.  İnternetteki saatlere aldanmış. "Sabah ben döneceğim, gelemem" diye sinirlenip gitti. Kış tarifeleri farklıymış. Velhasılı Orhun hamama girdi:) Ben de onu beklerken Adımlar'da kahve-kitap keyfi yapmıştım. Yani müzenin böyle bir etkisi var:) Az önce kitaba bir şey için baktım, arasında müzenin biletini bile sakladığımı fark ettim:) 

    O kış gezisinde başka neler yapmıştık? Örneğin şöyle çok tatlı bir İtalyan lokantası keşfetmiştik. 

    Kentin turistik merkezinin bir miktar dışındaki bölgelerde bol bol modern şehir heykeline rastlamıştık. 


    Bazen havalı fotoğraflar çekip, bazen "yol hâli" demiş ve estetiği umursamamıştık:) 


        İşte böyle! Son iki Eskişehir gezisini birleştirip böyle ufak bir yazı çıkardım ortaya. Yıllar içinde gezip gördüğüm, sevdiğim çok daha fazla şey var oysa. İlk kez gidecek olanlar önceden güzelce bir araştırma yapmalı. İlgisi olan Devrim Arabası'na uğramayı ihmâl etmemeli örneğin. Müzeleri güzelce listelemeli. Tüm sokak heykellerinin izini sürmeli. İsteyen gondola binmeli. Porsuk çayı kıyısında bolca vakit geçirmeli. Havacılık şehrinde olduğunu unutmamalı, ara ara yükselen jet seslerine alışmalı. Hâttâ Vecihi Hürkuş Havacılık Müzesi'ni gezmeli. Görüldüğü gibi burada yapacak şey çok. Bazen İstanbul'dan kaçıp gitmekte haklıyım. Yerli turisti zaten bol. Az da olsa Japon turistleri gördüğümü de söylemeliyim. Bu kadar renkli olmasına rağmen yine de sakin bir şehir Eskişehir. Levend Kılıç'ın Porsuk Çayı'na ve bu duruma dair sözleriyle yazıyı bitirmek isterim:

    "Bu küçük çayın acelesi pek yoktur. Aktığı bile belli değildir. Kendine özgü yavaş temposu, şehre de sinmiştir. Eskişehir yavaş bir şehirdir aynı Porsuk Çayı gibi. Etrafını gençler çevirmesine rağmen su onları umursamaz, onların enerjisinden bihaberdir, çevresini kendine uydurma çabasındadır sanki. Kıyısında koşuşturan insan görmek zordur. O hayatın yavaş yavaş ilerleyen bir şey olduğunu hatırlatır herkese. Porsuk'un bu yönünü sevmemezlik edemem".